22 Mayıs 2021 Cumartesi
Sahte haberler çağında gazeteci Karl Marx’ı herkese tanıtmalıyız.
Karl Marx, modern çağın en ufuk açıcı düşünürlerinden biridir. Radikal düşünceleri, insan yaşamının tüm alanlarını sayısız şekilde etkiledi. Düşüncelerinin modern epistemoloji ve medeniyet üzerindeki etkisi, çağdaş zamanlarda hiçbir düşünürün, onun yazılarına atıfta bulunmadan, toplum, ekonomi, politika veya kültür hakkında derinlemesine düşünemeyeceği gerçeğiyle ölçülebilir.
Gerçekte, Marx, onu felsefik olarak ‘yeterli’ (!) bulmadıkları için geleneksel filozoflar tarafından bir ‘filozof’ olarak görülmedi. Benzer şekilde, geleneksel sosyologlar tarafından da bir “sosyolog” olarak görülmedi, çünkü onlara göre Marx “saf” bir sosyolog değildi!
Bununla birlikte, on yıllar boyunca, yazıları her tondan akademisyenin yenilenmiş ilgisini çekmiş ve şimdi sosyal bilimler müfredatında okunmakta ve takdir edilmektedir. Örneğin, Marx günümüzde sosyolojide Emile Durkheim ve Max Weber gibi ‘saf’ sosyologların yanında, klasik sosyolojik düşünürlerden biri olarak öğretiliyor.
Bununla birlikte, Marx, gazeteciler ve medya akademisyenleri tarafından bir gazeteci olarak geniş çapta hâlâ kabul görmüyor. Bu, muhtemelen, tarih, ekonomi politik ve sosyoloji gibi konularda karmaşık ve titiz araştırmalarla değil, yüzeysel olanla uğraşmaya alışkın olan ana akım kurumsal medyada var olan belirgin bir önyargı ve miyopinin yaygınlığından kaynaklanıyor olabilir. Marx’ın bir gazeteci olamayacak kadar “bilimsel” ve “politik” olduğu varsayılıyor!
Gerçekte, gazeteci Marx’a karşı kayıtsızlık, bizatihi onun gazetecilik çalışmalarının ve mirasının, genellikle dünyanın herhangi bir yerindeki gazetecilik okullarında ve haber merkezlerinde öğretilmemesiyle açıklanabilir. Gazetecilik ve kitle iletişimiyle ilgilenen bazı yüksek öğrenim kurumlarında, radikal bir çerçeveden Marksist bir eleştiri getirmek ya da medya ve toplum, medya ve çatışma bölgeleri veya medya ve halk hareketleri gibi kavramlar üzerinde yeniden düşünmek neredeyse bir küfürdür. Örneğin, Marx’ın çeşitli önemli teorilerinden (emek değer teorisi dahil), Hindistan da dahil olmak üzere değişik kitle iletişim ve gazetecilik kurumlarındaki lisans ve lisansüstü çalışmalarda kasıtlı olarak uzak durulur.
Gazeteciliğin Marx’ın asıl işi olmadığı doğrudur. Marx özünde bir bilim insanıydı. O, ilerici, radikal ve dogmatik olmayan duruşu nedeniyle zamanının ana akım Alman akademik topluluğu tarafından sosyal olarak dışlandığı için gazeteciliği, hayatta kalmada ekonomik zorunluluk olan bir meslek olarak seçmeye mecbur bırakıldı.
Nitekim Marx, bir profesyonel gazeteci olarak, 1842’den 1865’e kadar hayatının ilk döneminde inatla gazetecilik yaptı. Bu dönemde, Rheinische Zeitung ve Neue Rheinische Zeitung adında iki ilerici ve düzen karşıtı gazete yayınladı ve 19. yüzyılın önde gelen gazetelerinden biri olan The New York Tribune’un (Avrupa) büro şefi olarak görev yaptı, analitik gazeteciliği ve o zamanlar hakim olan ‘kuruş basının’ (penny press/ucuz ve tabloid basın) hegemonyasına muhalefetiyle büyük saygı gördü.
Ayrıca, Marx, The People’s Press, Die Revolution ve Die Presse dahil olmak üzere çeşitli gazete ve dergilere siyasi, sosyal ve ekonomik konularda geniş kapsamlı yüzlerce makale yazdı. Nitekim, 1851 Fransız darbesinin ardından gelişen Louis Napoleon Bonaparte’in diktatörlüğünü anlatan, politik olarak derin ve tarihsel olarak aydınlatıcı metni olan, Louis Bonaparte’ın Onsekizinci Brumaire’i, bütün zamanların en temel, en derin gazetecilik eserlerinden biri olmaya devam ediyor.
Benzer şekilde, Marx, sömürge Hindistan’ı üzerine birkaç ufuk açıcı, isabetli makale yazdı. İyi bilinen makalelerinden bazıları şunlardı: “Hindistan’daki Britanya Egemenliği”, “İngiliz Pamuk Ticareti” ve “Britanya’nın Hindistan’daki Egemenliğinin Gelecekteki Sonuçları”.
Gerçek şu ki, Karl Marx, tüm biçimlendirici entelektüel kariyeri boyunca, gazetecilik aktivizmi nedeniyle zamanının iktidar seçkinleri tarafından geniş ölçüde hedef alındı, takip edildi ve cezalandırıldı. En önemlisi, birçok kez kaçmaya ve yıllarca sürgünde yaşamaya zorlandı.
Gerçekte bir gazeteci olarak Marx, özgür basın davasını savundu. Zamanının her acil sorununda aralıksız olarak radikal makaleler yazmakla kalmadı, aynı zamanda gazetecilikle ilgili olarak özgür basın savunuculuğu yaptı. Hiç şüphesiz, toplumda basının varlığının çok önemli olduğuna ve dolayısıyla tamamen özgür kalması gerektiğine inanıyordu.
Bu bağlamda, onun özgür basın konusundaki duruşunun, özgürlükçü okulun özgür basın görüşüne oldukça benzer olduğunu belirtmek önemlidir. Elbette bu, 20. yüzyılın “komünist” ülkelerinde, tamamen devlete bağımlı olan basının statüsüyle keskin bir tezat oluşturuyor. O özgür basının davasını şu sözlerle savunuyordu:
“Özgür basın halkın ruhunun her yerde uyanık olan gözüdür, bir halkın kendine inancının somutlaşmış halidir, bireyi devlet ve dünyayla bağlayan anlamlı bağdır; maddi mücadeleleri entelektüel mücadeleye dönüştüren ve ham malzeme biçimlerini idealleştiren somutlaşmış kültürdür. Halkın kendine dürüstçe itirafıdır… Halkın kendini içinde görebileceği ruhsal aynadır. Kömür gazından daha ucuz, her kulübeye sağlanabilen Devletin ruhudur. Çok yönlüdür, her yerde bulunur, her şeyi bilendir.”
Ayrıca, bir gazeteci iken, Marx hararetle bir basın yasası için kampanya yürüttü. Basın yasası mekanizmasına sahip olmanın baskıcı sansür rejimine karşı en iyi savunma olduğuna tereddütsüz inanıyordu. O bu konuyu şöyle tartıştı:
“Basın hukukunda özgürlük cezalandırılır. Sansür yasasında özgürlük cezalandırılır. Sansür yasası özgürlüğe karşı bir şüphe yasasıdır. Basın yasası, özgürlüğün kendisine verdiği bir güven oyudur. Basın yasası, özgürlüğün kötüye kullanılmasını cezalandırır. Sansür yasası, özgürlüğü bir istismar olarak cezalandırıyor. Özgürlüğe bir suçlu muamelesi yapıyor, yoksa polis gözetiminde olmak her alanda aşağılayıcı bir ceza olarak görülmüyor mu? Sansür yasası bir yasanın sadece biçimine sahiptir. Basın yasası ise gerçek bir yasadır.”
Nitekim, Marx’taki gazeteci, sayısız yolla, içindeki politik aktivisti şekillendirdi ve bunun tersi de geçerliydi. Örneğin, Rheinische Zeitung ve Neue Rheinische Zeitung gibi kendini adamış gazetelerine editörlüğü esnasında, işçi sınıfını sonraki devrimlere (Halkların İlkbahar Zamanı olarak da bilinen 1848 devrimleri) giden yolda yorulmadan eğitmeye çalıştı.
Bu anlamda, filozof Marx’ın gazetecilik aktivizmi aracılığıyla Feuerbach üzerine on birinci tezini uygulamakta zorlandığı iddia edilebilir:
Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli şekillerde yorumlamışlardır; önemli olan onu değiştirmektir.
Şüphesiz, şirketler tarafından yönetilen, ana akım haber medyasının çoğunun Hindistan’da olduğu gibi sürekli olarak bilgiyi (ve dezenformasyonu) 24 saat boyunca, anlık habercilik (ve yanlış bildirme), sahte haber ve egemen düzenin destekleyicisi olarak propaganda yoluyla devamlı olarak köpürttüğü çağdaş “köpürtme gazetecilik ” zamanlarında, – Marx’ın gazetecilik mirası, yani anlık ve yüzeysel olanın ötesine geçen ve karmaşık ve dönüştürücü; siyasi, sosyal ve kültürel olayların alt metnini özenli, titiz bir entelektüel dikkat ve dürüstlükle ortaya çıkaran analitik gazetecilik peşinde koşması büyük önem taşıyor.
Gerçekten, bilgili, nesnel ve analitik gazeteci Karl Marx’ın yeniden canlandırılıp herkese tanıtılmasının ve onun gazetecilik geleneği ruhunun her yerde uygulanmasının tam zamanı.
Naren Singh Rao - Telgraf
(*) Çevirinin 12 Mayıs 2021’de The Wire’da yayınlanan orijinali için tıklayınız.
18 Mayıs 2021 Salı
Direnişin görsel mücadelesi: Filistin sineması
Filistin sineması, parçalanmış üç ayak üzerinde varlığını devam ettiriyor. Bunlardan biri, ülkenin yaşadığı işgalden ötürü yurdunu terk etmek zorunda kalanların oluşturduğu Filistin Diaspora sineması; ikinci ayak, kamplarda üretilen Filistin sinemasıdır. Üçüncü ayaksa, İsrail vatandaşı olarak Filistin sinemasını temsil edenlerin oluşturduğu Filistin sinemasıdır.
Filistin sinemasında başrol oyuncuları şekil olarak değişe de aslında bu sinemada; direniş, savaş, intifada, taşlar, sapanlar, tanklar, askerler, yıkılan evler ve ölen çocuklar başrolde oynuyor.
ÜÇ PARÇALI YAPI
Filistin sineması, parçalanmış üç ayak üzerinde varlığını devam ettiriyor. Bunlardan biri, ülkenin yaşadığı işgalden ötürü yurdunu terk etmek zorunda kalanların oluşturduğu Filistin Diaspora sineması; ikinci ayak, kamplarda üretilen Filistin sinemasıdır. Üçüncü ayaksa, İsrail vatandaşı olarak Filistin sinemasını temsil edenlerin oluşturduğu Filistin sinemasıdır.
İsrail vatandaşı olan Filistinli yönetmenlerin, kimi zaman uluslararası arenada, İsrail pasaportu taşıdıklarından, filmleri İsrail filmleri üst başlığında değerlendirilebiliyor. Bu biçimde gerçekleşen sunumlara tepki gösteren Filistinli sinemacılar, birçok festivalden filmlerini çekmek zorunda kalabiliyorlar. Ayrıca filmlerini ülke dışına çıkarmak için İsrail’in kontrol noktalarından geçmek zorunda kalan Filistinli sinemacılar, çoğu zaman üretimlerinin fiziksel engellemelerle karşı karşıya kalmasından da yakınıyorlar.
Diaspora sinemasının en önemli desteği ise Filistin dışında düzenlenen film festivallerine önayak olmalarıdır. Amerika, Almanya, Fransa, Kanada ve Avustralya gibi farklı merkezlerde düzenlenen çok sayıda Filistin sineması festivalinin oluşması, oralarda yaşayan Filistinlilerin çabalarıyla oluşturuldu.
Kamplarda yaşayan Filistinliler de genelde kısa filmler ve belgesellerle Filistin sineması içinde kendilerine alan yaratıyorlar.
Filistin sinemasının ilk ses getiren yapımı, Michel Khleiff’in ilk kurmaca filmi olan Fertile Memories’dir. (1980) Filmde iki kadının Filistin toplumu içindeki var olma mücadeleleri anlatılıyordu. Arap toplumsal yapısı içinde kadınların erkekler kadar özgür olamamaları sorunu üzerinde duran yönetmen, gerçek görüntüleri kurmaca filmi içinde ustaca harmanlamıştı. Filistin sineması için büyük bir yenilik olan film, daha önce yapılan ve yapılmaya devam edilecek olan Filistin sorununu merkeze alan filmler arasından farklı duyarlılığıyla sıyrılıyordu.
DİRENİŞTEN İNSAN HİKAYELERİ
Filistin sinemasında karşımıza çıkan her konu esasen direnişin bir yansıması gibidir. Her film bir yerinden direnişe, istilaya, ezene ve ezilene dairdir. Michel Khleiff’in ikinci uzun metrajlı kurmaca çalışması 1987 yapımı Wedding in Galilee’yi (Celile’de Düğün) de bunlardan biri. Michel Khleiff’i ve Filistin sinemasını dünya çapında tanıtan ilk uzun metrajlı film olan bu çalışma, 1987’de Cannes Film Festivali’nde Uluslararası Eleştirmenler Ödülü’ne layık görüldü. Film sayesinde Filistin gerçekliği dünyanın farklı yerlerinde tartışılır oldu. Ayrıca Avrupalı yapımcıların Filistin’deki sinemacılara olan desteğini de arttırdı. Zira film, ticari olarak da başarılı olmuştu.
Kadın belgeselci Mai Masri’nin 1998’de yaptığı Şatilla’nın Çocukları bu dönemin öne çıkan belgesellerinden biriydi. 1982’deki katliamdan sonra doğan çocukların hayatlarını beyaz perdeye yansıtan belgesel birçok festivalde gösterim şansı bulmuştu.
2000’lerde Filistin sorunu çözümsüzlüğün çözüm kabul edildiği bir dönemi daha haber veriyordu. Elli seneyi geride bırakan toprak sorunları, yanlarına yenilerini de katmış halde ortada duruyordu. Buna karşılık sinema, dünyanın birçok coğrafyasında olduğu gibi Filistin’de de kendini yeniledi ve önemli gelişmeler gösterdi. Sarsıcı filmlerin yapıldığı bu dönemde kuşkusuz geçmişin getirdiği miras ve mücadele azminden de söz etmeliyiz. Filistin sinemasının nasıl olması gerektiğine kafa yoran Mustafa Abu Ali’nin azimli çabaları, Michel Khleiff’in başarılı filmleri yapılmasaydı; bu sinema hareketi bulunduğu yerden çok uzakta olurdu.
Üretimin artmasıyla çeşitlilik de kazanan Filistin sineması, filmleriyle bütün festivallerde gözlerin Filistin’e çevrilmesini sağladı. Bu etki Michel Khleiff’in 1987’deki Wedding in Galilee ile sağladığı başarıya denkti. Özellikle Elia Süleyman’ın Divine Intervention (Yadon İlaheyya - Kutsal Direniş) ve Hany Abu-Assad’ın Paradise Now filmleri festivallerde büyük beğeni gören, birçok ödül alan yapımlar oldular. Hani Ebu-Essad’ın Paradise Now’ndan önce 2002’de çektiği Rana’s Wedding filminde Kudüslü genç bir kızın istemediği bir evlilikten kurtulmak için yaptıkları anlatılıyordu. 2002 Montpellier Akdeniz Film Festivali Altın Antigone Ödülü’nü alan film, Filistin’in insan hikâyelerine odaklanmıştı. Katıldıkları festivallerden önemli ödüllerle dönen filmler, Filistin sinemasının varlığını ve uluslararası kabulünü müjdeliyorlardı. Gişe başarıları da yakalayan filmler, yapımcıların Filistin sinemasına olan bakışının da değişmesini sağladılar.
Belgesellerin de devam ettiği bu dönemde, Mai Masri’nin 2001’de çektiği Düş ve Korkunun Sınırları isimli belgeselinde ise iki ayrı mülteci kampında yetişmiş iki kızın ve diğer çocukların birbirleriyle mektuplaşarak tanışmaları anlatılıyordu. Bir başka Filistinli kadın belgeselci Geda Teravi’nin çalışması olan Yaşam Mücadelesi (2001) de, çocukların hayatına eğiliyordu. İntifada içinde Yahudi askerlerin kurşunlarına taşlarla karşı koyan çocukların iç dünyasını yansıtmaya çalışıyordu. Nadav Harel ve Ramon Bloomberg’in beraber çektikleri 2001 yapımı K Bölgesi’nde ise Filistinli balıkçıların yaşadıkları anlatılıyordu. İsrail’in ablukası altında balıkçılık yapmaya çabalayan balıkçıların konumunu işleyen bir belgesel, Filistinli balıkçıların haklarının çiğnenmemesini savunan Yahudi balıkçıların görüşlerine de yer veriyordu.
ÖMER: İHANET VE DİRENİŞ
2010’dan sonra çekilen filmlere baktığımızda konuların çeşitlendiğini söyleyebiliriz. Hani Abu-Assad’ın yönettiği 2013 yapımı Ömer filmi bunlardan biri. Filme ismini de veren baş karakter Ömer; hemen her gün Batı Şeria’daki ayırıcı duvarı el yordamıyla geçerek arkadaşlarına ve arkadaşının kardeşi, sevgilisi Nadia’yla kavuşmaya çalışıyordur. Bu rutin uygulamanın sağından solundan geçen İsrail kurşunlarını da gündelik hayatın bir parçası haline getirmesini görürüz. Ömer ve iki yakın arkadaşının tek hedefleri vardır o da İsrail işgaline seslerini çıkarmak. Bu üçlü İsrail işgaline karşı silah talimleriyle direniş ruhlarını perçinlerler. Silah talimlerinin sonunda bir İsrail askerini öldürmeyi başarırlar; ancak İsrail askerini öldürmenin bedeli ağırdır. Ömer bir aşk filmidir de. Bakışlarla, mektuplarla, şiirlerle, kuşatılmışlık ve umut arasına sıkışmış insanların aşkını resmeder. Filistin’in kuşatılmışlığını, işgalin insanlar üzerindeki etkilerini, dostluğu, kardeşliği ve ihaneti yüzümüze çarpan bir yapım olan Ömer için, yönetmen Hany Abu-Assad, Alin Taşcıyan’a verdiği röportajda filmin öyküsünü anlatırken öykünün gerçekliğinin altını çizmiş:
“İki yıl önce bir arkadaşım bana benzer bir öykü anlattı. Gizli istihbarat ajanlarının sırlarını öğrenip onları işbirliğine zorlamak için nasıl kullandığını anlattı. Tam filmi yapılacak öykü dedim! İyi filmler hep gerçek olaylara dayanır. Ayrıca böyle bir krizi de düşündüm. Herkesin sırları vardır, ben öyle bir durumda kalsam çıkış yolu bulamam! O zaman filmini yapmalıyım dedim!”
DÜĞÜN DAVETİYESİ: GÜNDELİK HAYATTA FİLİSTİN
Annemarie Jacir’nin çektiği 2017 yapımı Wajib- Düğün Davetiyesi, son dönemin en çok ödül alan Filistin filmi. Kızının düğün davetiyesini yurtdışından gelen oğluyla tanıdıklarına dağıtan baba ile oğulun ilişkileri üzerinden Filistin’in yaşadığı dönüşümleri resmeden film, oldukça başarılı bir çalışmaydı.
BİZE HER YER FİLİSTİN
2019 yapımı Elia Süleyman’ın yeni filmi Burası Cennet Olmalı ise bir yurtsuzluk hali üstüne kişisel bir çalışma. Paris’ten New York’a dünyanın farklı yerlerinden Filistin ruhunun onu takip etmesi üstüne kurguladığı filmi, bu yılın Filistin Oscar adayı olmuştu.
LİNA BOKHARY: FİLİSTİNLİ SİNEMACILAR İÇİN FİLM YAPMAK, HAYATTA KALMAK DEMEK
Kasım 2018 tarihinde düzenlenen 8. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde, Filistin sineması odak ülke seçilmişti. Festival kapsamında Filistin sinemasından kısa ve uzun metraj Filistin filmler sinemaseverlerin beğenisine sunulmuştu. Festival kapsamında; ben ve Filistin Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürü Lina Bokhary birlikte bir Filistin sineması paneli düzenlemiştik. Filistin’in ruhuna uygun olarak hem son derece donanımlı bir entelektüel hem de militan ruhlu bir sinema emekçisi olan Bokhary, yaptığı konuşmada Filistin sinemasının son dönemini şu ifadelerle anlatmıştı: “Bu dönemde sinemacıların realiteyle yüzleşebildikleri, daha önce romantik olarak baktıkları şeylere daha gerçekçi yaklaşabildikleri, kendileriyle yüzleşebildikleri bir dönem. Filistinli sinemacılar için film yapmak, hayatta kalmak, mücadeleyi sürdürmek gibi bir anlam ifade ettiği için koşullar hiçbir zaman iyi olmadığı halde bu insanların mücadeleleriyle bu üretim sürüyor. Yılda belgesel ve uzun metrajlar için 5 tane, kısa filmlerde ise 10 civarı filme destek oluyoruz. Filistin Film Enstitüsü sabit yeri olan bir yapı değil. Şu sıralar bir araya getirmeye ve bir yerde toparlamaya çalışıyoruz. Biz Filistinli yetenekleri bulunduğumuz coğrafyayla sınırlı düşünmüyoruz. Çok çeşitli sebeplerden dünyanın başka yerlerinde yaşayan yönetmenler var ama bunları Filistinli yönetmenler olarak kabul ediyoruz biz.”
DÜNYA SİNEMASINDA FİLİSTİN
Filistin gerçekliği, Filistinlilerin yaşadıkları sadece Bu coğrafyada yetişen yönetmenler için değil birçok saygın dünya yönetmeni için de önemli bir mücadele alanı olarak görülebildi. Sözgelimi Fransız sinemasının usta ismi Godard 1976 yılında Içi et Ailleurs (Burada ve Başka Yerde) filmiyle Filistinlilerin yaşadıkları sorunlara kayıtsız kalmadığını gösterdi. 1983 yılında da Costa Gavras Hanna K. isimli filmiyle Filistinlilere desteğini sundu.
Mustafa Abu Ali’nin çabalarıyla ortaya çıkan, Michel Khleiff’in başarılarıyla adından söz ettiren Filistin sineması, günümüzde Alia Süleyman, Hani Abu-Assad ve Annemarie Jacir’in çalışmalarıyla yoluna devam ediyor.
Hâlâ kişisel tecrübeler üzerinden gelişmeye çalışan bir sinema Filistin sineması. Büyüyebilmesi için de, sinema salonlarına, ekipmana ve finansmana ihtiyacı var. Ama her şeyden öte film çektiği için baskı görmeyeceği, uluslararası festivallerde isminin altında yazacak bir ülkeye ihtiyacı var Filistinli yönetmenlerin.
Kaynak : Duvar
Yazar : Rıza Oylum
4 Mayıs 2021 Salı
İki Petrol İki Özgürlük
1951 yılı, Muhammed Musaddık, büyük bir oy çokluğuyla İran başbakanlığına seçildi.
Musaddık, Britanya İmparatorluğu'na peşkeş çekilen petrolün
İran'a geri geleceğini vadetmişti ve hemen işe koyuldu.
Ancak petrolün millileştirilmesi komünist müdahaleye
elverişli bir kaos ortamının doğmasına yol açabilirdi. Bu yüzden Başkan
Eisenhower saldırı emrini verdi ve Birleşik Devletler İran'ı ”kurtardı”:
1953'te, bir devlet darbesi Musaddık'ı cezaevine, çok sayıdaki destekçisini de
mezara gönderdi ve Musaddık'ın millileştirdiği petrolün yüzde kırkını Kuzey
Amerikalı şirketlere verdi.
Ertesi yıl, İran'dan çok uzaklarda, Başkan Eisenhower
saldırı emrini verdi ve Birleşik Devletler Guatemala'yı “kurtardı”. Bir devlet
darbesi, demokratik bir biçimde seçilmiş Jacobo Albenz Hükümetini devirdi,
çünkü bu hükümet United Fruit Company'nin ekip dikmediği topraklarını
kamulaştırmıştı ve bu komünist müdahaleye elverişli bir kaos ortamı
yaratıyordu.
Guatemala bu “iyiliğin” bedelini ödemeye devam ediyor.
Eduardo Galeano,