21 Nisan 2021 Çarşamba

1 Mayıs Bizim Günümüz, Anlatılan Bizim Hikayemiz !


 

Mısır Piramitlerini inşa eden kölelerden bugüne değişen pek bir şey yok. Sömürünün biçimi farklılaşmış olsa da içeriği aynı. Pandemi sürecinin başlagıcından bu yana sömürü vahşi bir şekilde artarken artık Covid'in işçi sınıfı hastalığı olma yolunda ilerlemesi şaşırtıcı değil. Tarih boyunca veba dönemlerinde soylular kendini korurken yoksul halk ise daima telef olmuştur. Bugün de önlemler ve aşılar, ortaya çıktığı gibi ilk olarak üreten emekçileri değil, burjuvaları korumaya başlamıştır.
Geçen yıl 1 Mayıs için sözümüz “salgınlarında kâr için ölünmeyen, başka bir dünya mümkün” sözüydü. Geçen 1 yılın ardından bu söz güncelliğini korumakta.


1 Mayıs içinde bulunduğumuz sömürü ve ölüm çarkının en üst perdeden tehşir edilmesi gereken gündür. Bu nedenle pandemi önlemleri adı altında “afiş ve sticker” yapıştırılmasını bile yasaklayan bir saldırı altında. Tüm bu yasaklara ve saldırılara rağmen işçi ve emekçilerin, üreten tüm kesimlerin sözü hâlâ sokaklarda yankılanmaktadır, başka bir dünya mümkün şiarı ağızlardan güç ve kuvvet ile çıkmaktadır. Çünkü başka bir seçeneğimiz kalmamıştır. Ya Koronadan ölüm ya yoksullaktan ve sefaletten ölüm.


Taleplerimiz açık ve nettir.
-Sağlıklı ve güvenceli çalışma.
Kod29 gibi patronların oyuncağı olan saldırı maddelerinin kaldırılması.
Ücretsiz izin vb. adı altında işten çıkartmaların son bulması.
Düşük ücretlerin ve uzun mesailerin son bulması.
-Kültür emekçilerine destek verilmesi.
Tiyatro ve Müzik emekçilerinin yaşamlarını sürdürebileceği şartların sağlanması.
-Sağlık emekçilerine, güvenli çalışma ve insani çalışma saatlerinin oluşturulması.
Evden çalışan emekçilerin maaşlarının düşürülüp mesailerinin arttırılmasına son verilmesi.


Emektar Daktilo


3 Nisan 2021 Cumartesi

Elit Aydın Bakışı: Bu halk aptal mı?

 


Halk desteği, parayla satın alınabilen bir şey yahut salt tehdit ya da korkuyla elde edilen bir şey değildir

Zeynep Koçak - p24blog

Facebook bir iki sene önce bir arkadaşın kamusal alandaki yorumlarının üzerine yazdığım bir post’u önüme getirdi. Ana akım üretimin sakilliğine alternatif oluşturan müzik ve yazın ortamlarında bilinen ve kendini anarşist olarak tanımlayan bu nispeten ünlü ve saygı gören kişi, kim bilir hangi yerel ya da genel seçimin üzerine, “halk aptaldır,” yazmıştı. “Halka güvenemeyiz, halk aptaldır, kendi adına seçim yapamaz. Zaten eğitimsizdir. Yapınca da başa AKP’yi getirir.” Tam kelimesi kelimesine aktarmaktan kaçındım, ama aşağı yukarı böyle diyordu. Zaten bunu bu kişinin söylemesine de gerek yok, büyük oranda bir elit-aydın kesim de aynı şeyi düşünüyor.

Kendi adıma, ayrıcalıklılığın burnu büyüklüğünü ve tepeden bakışını, göçmenliğin getirdiği türlü zorlukla yüzleşirken biraz da olsa yırtabildiğimi düşünüyorum. Ama yukarıda bahsettiğim tanıdığın dediği gibi, biz ayrıcalıklıların, ayrıcalıklar ekseninden çıkmakla ilgili düşünsel bir arka plana sahip olmak zorunda çoğunca kalmadığımız için, bir halk suçlama geleneğimiz vardır: Halk aptaldır ve eğitimsizdir, kendi iyiliğinin aksine çalışacak kişilere ve partilere oy verir; kendisine kasten zarar verir. O kadar aptaldır ki bu davranışının açıklanabilir tek izahı, kimi elitler ve bazı doktorlar tarafından ısrarla ve itinayla suçlandığı çeşitli ruhsal hastalıkları, çocukluk travmaları, baba figürü eksiklikleridir. Bu halk denen meret bu bağlamda sadece düşmana oy verenler anlamında kullanılır. Bu halk, ancak bedavaya kömür makarna alabilmek gibi küçük hesapları düşünür. Daha geçen önemli bir okulun önemli bir hocasının internetteki paylaşımı şöyle diyordu: “Türkiye küçük adamların memleketi.” Halkın yaptığı kendi refahı ve geleceği açısından da yanlıştır; fakat buna rağmen kendi yaptığı yanlışlığı anlayabilecek ne eğitimi vardır ne de yeterli oranda ileri görüşlü olmayı başarabilir.  

Aristoteles’in Maksimi

Aptallık değil tabii ki asıl konu. Eğitimsizlik. Bunu Padovalı Marsilius da söylüyor (Defensor Pacis, 1324, Söylev I, Bölüm 13): “‘Aptal’ ile anlamamız gereken şey, daha az eğitim görmüş kişilerdir.”  

Çoğunluk, Padovalı’nın Aristoteles’e atıf yaparak kullandığı valentior pars’a (vatandaşlar arasında üstün gelenler) karşıt görüşte bir karar verirse, bu karar aptalca bir karar mıdır? Yani AKP seçmeni AKP’yi, eğitimsiz olduğu için mi seçmektedir?

Biz yeri geldiğinde Aristoteles’ten haberi olmadığı için kimilerini aşağılamayı çok seven elitler, Aristoteles’in aslında “çoğunluğun bilgeliği” üzerine sayfalarca yazdığını belki de bilerek görmezden geliriz. Aristoteles, Politika’da (Kitap 3: 10-11) çoğunluğun (plethos) verdiği kararlardaki bilgeliği anlatır. Bu fikir, eski Yunan politik düşünce tarihini takip eder, Aristoteles’in özgün buluşu da değildir. Örneğin, Ksenofon’un Hiero’su da aynı şeyi söyler: “Hiçbir şey, ister düşmanlarının planlarını yerle bir etmek, isterse de dostlarının mülkiyetlerini savunmak için olsun, bir araya gelmiş bir grup insana benzemez.” Aristoteles bunu bir adım öteye götürür. Kitlenin, kitlede yer alan ve çok eğitimli bir tek kişiye oranla çok daha iyi bir karar alabilme kapasitesi olduğunu söyler. Peki neden? Çünkü kişilerin bir araya gelmesi, ve böylece bilgilerini, tecrübelerini ve içgörülerini birleştirmesi, kendi adına en iyi kararları alabilen en eğitimli tek bir kişiden çok daha etkili ve iyi sonuçlar doğurur. Yani çok olan, her ne kadar eğitimsiz de olsa, kendi istekleri doğrultusunda kendisi için en bilge kararı verecektir.  

Bu tartışmadaki kilit nokta, Aristoteles’in çok’undaki bilgelik, hep birlikte ortaya konulacak ârete’den (erdem, virtue) ileri gelir. Tek kişi taraflıdır, çok kişi tek kişilerin çıkarcılığını ve taraflılığını kapatır; ne kadar çok kişi birlikte karar verirse, karar, o kadar bilge olur. Aristoteles’in erdem doktrinine çok farklı yaklaşımlar olsa da, ârete ile ilgili kesin olan bir şey vardır: Kimse kendine bilerek zarar vermez.

Marsilius, Aristoteles’e referans verdikten sonra kıstası ileri alır: Politik seçimleri, ve özellikle kanun yapımını, tüm vatandaş hacmine (universatum civicum) değil de eğitimli az sayıda kişiye vermenin tehlikeli olduğunu çünkü bu kişilerin vereceği kararların ve yapacağı kanunların her zaman taraflı ve kendi çıkarına olma riski taşıdığını anlatır. Aristoteles’in kuralını tekrar eder (I, 12/8): Kimse kendisine bilerek zarar vermez, ya da kendisi için zararlı olacak şeyleri istemez.

Floransa’da halk ayaklanması

Padovalı bunları yazmadan bir 30 yıl önce aynı coğrafyadaki Floransa şehrine dönelim. 1293 tarihinde Floransa’da bir halk ayaklanması yaşanır. Bruni de Machiavelli Floransa’nın tarihini yazarken, bu ayaklanmadan bahsederler. Bruni’ninki Historiae Florentini populi (1440’ta tamamlanır) ve Machiavelli’ninki Istorie fiorentine’dir (1525’te tamamlanır).

Campaldino Savaşı’ndan sonra soyluların halka zulmetmesini önlemek için lonca başkanları halk arasından ilk kez, emrinde silahlı bir kuvvet olan Gonfaloniere di Guiztizia (Adalet Yargıcı) yani Ubaldo Ruffoli’yi atamayı başarır. Ruffoli’nin yaptığı ilk şey, ailesinden birinin Fransa’da bir avam öldürdüğü anlaşılan soylu Galetti ailesinin evini yıkmaktır.

Gonfalonieri’nin bu icraatı bir süreliğine Floransa’yı hukuklu bir hayata döndürse de çok kısa zaman içinde halk yine soyluların baskısına mahkûm olur. Halk, hiçbir şekilde soyluları suçlayamadığı gibi, başkaları tarafından onlara isnat edilen suçlara tanıklık da yapamaz. Soylu bir aileden gelen Giano della Bella lonca başkanlarıyla birlik olur ve onları, şehir yönetimini ele geçirebilecekleri konusunda ikna eder. Halk ayaklanması sonucunda soylu aile başkanları yönetimden indirilir ve yerlerine avam üyeleri geçer. Yeni, belki de ilk anayasa yazılır: Ordinenza di Guistizia (Adalet Fermanı).

Hikâyenin gerisi ve Giano della Bella’nın nasıl sürgün olduğu bu yazı açısından çok önemli değil. Önemli olan, Bruni’nin ve Machiavelli’nin yorumları.

Bruni, Adalet Fermanı’nın bir fiyasko olduğunu, şehrin iyi eğitimli, zengin önde gelenlerinin, “çokluğun aptallığının” eline bırakılmasının ancak felaket getireceğini söyler. Çünkü çokluk eğitimsiz ve fakirdir. Bu insanların hayatta isteyebileceği tek şey, zengin sınıfı yağmalamak için hırsızlık ve cinayettir.

Machiavelli ise zenginlerin ve eğitimlilerin çekişmesiz hâkimiyetini değil, düzeni ve dengeyi savunur. Giano della Bella’nın ağzından hem soyluyu hem avamı yargılar: Soylu kötücül, ayaklanmış halk istikrarsızdır. Bruni’nin aksine Machiavelli, avama karşı işlenen suçları itiraf eder. Fakat iki tarafı da tutmaz; onun için önemli olan, çokluğu (yönetileni) her yönüyle anlayan, zorbalık ve iyi niyet, yaptırım ve taviz arasında dengeyi sağlayan bir lider ve bu liderin kanunlara uygun bir şekilde kurduğu ve devam ettirmeyi başardığı düzendir.

 

Machiavelli’nin Prens’inin kötü bir versiyonu

Machiavelli aslında politik güç açısından içerik ile metodolojiyi, esas ile usûlü ayırmıştır. Yani Platon’un Filozof Kralı gibi Machiavelli’nin Prens’inin bir erdem, saygı, bilgi, ilim irfan sahibi olması beklenmez. Prens’in virtu’su, yani erdemi esas ve usûl olarak ayrılır. İyi bir siyasetçi, halka karşı öyle görünmeliyse bile, hareketlerinde erdemli olmak durumunda değildir. Erdemli bir yönetici de iyi bir siyasetçi olmayabilir. İyi bir yönetenin çok iyi bilmesi gereken bir şey vardır, ki uzunca süredir yapılan genellemelerde filozofun suçlanmasının nedenini oluşturur: Usûl.

Bu usûl, yönetim gücünü elinde tutmakla ilgili usûl olduğu kadar, halkın desteğinin nasıl alınabileceğine dair bilgiyi kapsar. Machiavelli, bir hükümdarın, sadece zorbalıkla yönetimde kalmasının mümkün olmadığını bilir ve Discorsi’de de Floransa’nın Tarihi’nde de bunu defalarca tekrar eder. Her şey denge işidir. Halka zorbalık yapsa bile, nabzını tutmayı becermelidir bir hükümdar. Aslen bir usûl terimi olan iyi iktidarların bir ortak noktası güç ise, diğer ortak noktası da halkın desteğini sağlamış olmak ve zorbalığını, halkın ayaklanmaktan imtina edeceği bir derecede tutmaktır.

Daha da önemli bir noktayı, Spartalılar ve Romalılar üzerinden anlatır Machiavelli: Halklar çeşit çeşittir. Halkların eğilimleri, hassasiyetleri birbirinden çok farklıdır. Yönetime dair usûlü çok iyi bilen bir hükümdar, ikna etmeyi göze aldığı halkın desteğini nasıl sağlayacağını çok iyi bilmelidir.

Machiavelli’nin iyi siyasetçi Prens’inin zorba bir örneği Cesare Borgia ise, Cesare’nin bir adım ötesindeki bir örneği de Erdoğan’dır.

Sonuç 

Halk desteği, parayla satın alınabilen bir şey yahut salt tehdit ya da korkuyla elde edilen bir şey değildir. Machiavelli’nin rölativist realizmindeki gibi bir usûle sahip olabilmek için, her halkın değil fakat muhatap olduğun halkın çoğunluğunun nabzını tutabilmek, istediğini bilebilmek, göğsünden girip kalbini tutabilmek gerekir. Bu usule dair yetenek, katiyen iktidarın zorba olmadığını göstermez, sadece destek yaratmakta iktidarın sunduklarının şu ya da bu nedenle zulümden her defasında daha ağır bastığını gösterir. Sunduklarını bizim kabul etmemiz, bunların iyi olduğunu düşünmemiz gerekmez. Halkın ârete’sini belirlemek, hiçbirimizin haddine düşmez. Aristoteles’in dediği gibi, herkes kendisi için en iyi kararı verir. Türkiye’de yaşayanların yüzde ellisi, kendisi için en iyi kararı vermiştir.

Dolayısıyla elitizmin, bugünkü politik yenilgisinin ana nedeni olarak görmekte ısrar ettiği halkın aptallığı, kendi ayrıcalıklarını kaybetmemek için verdiği zorbaca bir savaştan ve siyaset yapış şeklindeki beceriksizliği örtmeye çalışmaktan başka bir şey değil. Elitin, beğenmediği politik sonucun hırsıyla bir oyu bedava makarnaya ya da kömüre eşitlemesi yahut makarna-kömür nedeniyle oy vereni hor görmesi, eğitimsiz ve fakir diye aşağıladığı sınıfa, yine ve sadece kendi çıkarlarının devamı için yüklediği bir başka yükten gayrı bir şey de değildir. Zaten yüz yıl bile etmeyen tarihe baktığımızda, elitin, yönetmek istediği halkın nabzını ve kalbini tutmaya gerek bile görmeden bugüne kadar üretebildiği tek yönetimin usulünün, kendi yandaşı olmayan çoğunluğa karşı baskı ve ordu tehdidi olduğunu görebiliyoruz. Türkiye çoğunluğunun nabzını beğenmediği için görmezden gelmeye direten elitist politik kanat, Machiavelli’nin iyi siyasetçisi ile kötü siyasetçisi arasındaki farkı ısrarla esastan gördüğü için, kendinden menkûl bir eğitim ve erdem yarışına girmeye ve bu nedenle kötü siyasetçi olmaya devam ediyor.

Öyle ki, bu burnu büyüklüğü, yenilgiyi kabullenmemesi, bir türlü vazgeçemediği gururu ve, totaliter/ayrımcı amaçlarla olmasa bile sonuçta buna denk gelen ayrıcalık sevdası nedeniyle AKP ile elele yürüyor. Dışlayıcı Türklük, tek-kimliklilik ve erkeklik kimliğinin, AKP’de şahikasını bulmasından ileri gelen gerçekleşmiş bir amacın, hâlâ bu amacın sürdürülebilirliğini garantilemeye yönelen bir politik esasın, ve eğitimsizi aptal yerine koymaktan ve isteklerini görmezden gelmekten kaynaklanan kötü siyaset usulü ile birleşimi, sonuçta bugün karşı karşıya kaldığımız hükümetin en büyük sağlayıcısı ve işbirlikçisidir.