22 Mayıs 2021 Cumartesi
Sahte haberler çağında gazeteci Karl Marx’ı herkese tanıtmalıyız.
Karl Marx, modern çağın en ufuk açıcı düşünürlerinden biridir. Radikal düşünceleri, insan yaşamının tüm alanlarını sayısız şekilde etkiledi. Düşüncelerinin modern epistemoloji ve medeniyet üzerindeki etkisi, çağdaş zamanlarda hiçbir düşünürün, onun yazılarına atıfta bulunmadan, toplum, ekonomi, politika veya kültür hakkında derinlemesine düşünemeyeceği gerçeğiyle ölçülebilir.
Gerçekte, Marx, onu felsefik olarak ‘yeterli’ (!) bulmadıkları için geleneksel filozoflar tarafından bir ‘filozof’ olarak görülmedi. Benzer şekilde, geleneksel sosyologlar tarafından da bir “sosyolog” olarak görülmedi, çünkü onlara göre Marx “saf” bir sosyolog değildi!
Bununla birlikte, on yıllar boyunca, yazıları her tondan akademisyenin yenilenmiş ilgisini çekmiş ve şimdi sosyal bilimler müfredatında okunmakta ve takdir edilmektedir. Örneğin, Marx günümüzde sosyolojide Emile Durkheim ve Max Weber gibi ‘saf’ sosyologların yanında, klasik sosyolojik düşünürlerden biri olarak öğretiliyor.
Bununla birlikte, Marx, gazeteciler ve medya akademisyenleri tarafından bir gazeteci olarak geniş çapta hâlâ kabul görmüyor. Bu, muhtemelen, tarih, ekonomi politik ve sosyoloji gibi konularda karmaşık ve titiz araştırmalarla değil, yüzeysel olanla uğraşmaya alışkın olan ana akım kurumsal medyada var olan belirgin bir önyargı ve miyopinin yaygınlığından kaynaklanıyor olabilir. Marx’ın bir gazeteci olamayacak kadar “bilimsel” ve “politik” olduğu varsayılıyor!
Gerçekte, gazeteci Marx’a karşı kayıtsızlık, bizatihi onun gazetecilik çalışmalarının ve mirasının, genellikle dünyanın herhangi bir yerindeki gazetecilik okullarında ve haber merkezlerinde öğretilmemesiyle açıklanabilir. Gazetecilik ve kitle iletişimiyle ilgilenen bazı yüksek öğrenim kurumlarında, radikal bir çerçeveden Marksist bir eleştiri getirmek ya da medya ve toplum, medya ve çatışma bölgeleri veya medya ve halk hareketleri gibi kavramlar üzerinde yeniden düşünmek neredeyse bir küfürdür. Örneğin, Marx’ın çeşitli önemli teorilerinden (emek değer teorisi dahil), Hindistan da dahil olmak üzere değişik kitle iletişim ve gazetecilik kurumlarındaki lisans ve lisansüstü çalışmalarda kasıtlı olarak uzak durulur.
Gazeteciliğin Marx’ın asıl işi olmadığı doğrudur. Marx özünde bir bilim insanıydı. O, ilerici, radikal ve dogmatik olmayan duruşu nedeniyle zamanının ana akım Alman akademik topluluğu tarafından sosyal olarak dışlandığı için gazeteciliği, hayatta kalmada ekonomik zorunluluk olan bir meslek olarak seçmeye mecbur bırakıldı.
Nitekim Marx, bir profesyonel gazeteci olarak, 1842’den 1865’e kadar hayatının ilk döneminde inatla gazetecilik yaptı. Bu dönemde, Rheinische Zeitung ve Neue Rheinische Zeitung adında iki ilerici ve düzen karşıtı gazete yayınladı ve 19. yüzyılın önde gelen gazetelerinden biri olan The New York Tribune’un (Avrupa) büro şefi olarak görev yaptı, analitik gazeteciliği ve o zamanlar hakim olan ‘kuruş basının’ (penny press/ucuz ve tabloid basın) hegemonyasına muhalefetiyle büyük saygı gördü.
Ayrıca, Marx, The People’s Press, Die Revolution ve Die Presse dahil olmak üzere çeşitli gazete ve dergilere siyasi, sosyal ve ekonomik konularda geniş kapsamlı yüzlerce makale yazdı. Nitekim, 1851 Fransız darbesinin ardından gelişen Louis Napoleon Bonaparte’in diktatörlüğünü anlatan, politik olarak derin ve tarihsel olarak aydınlatıcı metni olan, Louis Bonaparte’ın Onsekizinci Brumaire’i, bütün zamanların en temel, en derin gazetecilik eserlerinden biri olmaya devam ediyor.
Benzer şekilde, Marx, sömürge Hindistan’ı üzerine birkaç ufuk açıcı, isabetli makale yazdı. İyi bilinen makalelerinden bazıları şunlardı: “Hindistan’daki Britanya Egemenliği”, “İngiliz Pamuk Ticareti” ve “Britanya’nın Hindistan’daki Egemenliğinin Gelecekteki Sonuçları”.
Gerçek şu ki, Karl Marx, tüm biçimlendirici entelektüel kariyeri boyunca, gazetecilik aktivizmi nedeniyle zamanının iktidar seçkinleri tarafından geniş ölçüde hedef alındı, takip edildi ve cezalandırıldı. En önemlisi, birçok kez kaçmaya ve yıllarca sürgünde yaşamaya zorlandı.
Gerçekte bir gazeteci olarak Marx, özgür basın davasını savundu. Zamanının her acil sorununda aralıksız olarak radikal makaleler yazmakla kalmadı, aynı zamanda gazetecilikle ilgili olarak özgür basın savunuculuğu yaptı. Hiç şüphesiz, toplumda basının varlığının çok önemli olduğuna ve dolayısıyla tamamen özgür kalması gerektiğine inanıyordu.
Bu bağlamda, onun özgür basın konusundaki duruşunun, özgürlükçü okulun özgür basın görüşüne oldukça benzer olduğunu belirtmek önemlidir. Elbette bu, 20. yüzyılın “komünist” ülkelerinde, tamamen devlete bağımlı olan basının statüsüyle keskin bir tezat oluşturuyor. O özgür basının davasını şu sözlerle savunuyordu:
“Özgür basın halkın ruhunun her yerde uyanık olan gözüdür, bir halkın kendine inancının somutlaşmış halidir, bireyi devlet ve dünyayla bağlayan anlamlı bağdır; maddi mücadeleleri entelektüel mücadeleye dönüştüren ve ham malzeme biçimlerini idealleştiren somutlaşmış kültürdür. Halkın kendine dürüstçe itirafıdır… Halkın kendini içinde görebileceği ruhsal aynadır. Kömür gazından daha ucuz, her kulübeye sağlanabilen Devletin ruhudur. Çok yönlüdür, her yerde bulunur, her şeyi bilendir.”
Ayrıca, bir gazeteci iken, Marx hararetle bir basın yasası için kampanya yürüttü. Basın yasası mekanizmasına sahip olmanın baskıcı sansür rejimine karşı en iyi savunma olduğuna tereddütsüz inanıyordu. O bu konuyu şöyle tartıştı:
“Basın hukukunda özgürlük cezalandırılır. Sansür yasasında özgürlük cezalandırılır. Sansür yasası özgürlüğe karşı bir şüphe yasasıdır. Basın yasası, özgürlüğün kendisine verdiği bir güven oyudur. Basın yasası, özgürlüğün kötüye kullanılmasını cezalandırır. Sansür yasası, özgürlüğü bir istismar olarak cezalandırıyor. Özgürlüğe bir suçlu muamelesi yapıyor, yoksa polis gözetiminde olmak her alanda aşağılayıcı bir ceza olarak görülmüyor mu? Sansür yasası bir yasanın sadece biçimine sahiptir. Basın yasası ise gerçek bir yasadır.”
Nitekim, Marx’taki gazeteci, sayısız yolla, içindeki politik aktivisti şekillendirdi ve bunun tersi de geçerliydi. Örneğin, Rheinische Zeitung ve Neue Rheinische Zeitung gibi kendini adamış gazetelerine editörlüğü esnasında, işçi sınıfını sonraki devrimlere (Halkların İlkbahar Zamanı olarak da bilinen 1848 devrimleri) giden yolda yorulmadan eğitmeye çalıştı.
Bu anlamda, filozof Marx’ın gazetecilik aktivizmi aracılığıyla Feuerbach üzerine on birinci tezini uygulamakta zorlandığı iddia edilebilir:
Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli şekillerde yorumlamışlardır; önemli olan onu değiştirmektir.
Şüphesiz, şirketler tarafından yönetilen, ana akım haber medyasının çoğunun Hindistan’da olduğu gibi sürekli olarak bilgiyi (ve dezenformasyonu) 24 saat boyunca, anlık habercilik (ve yanlış bildirme), sahte haber ve egemen düzenin destekleyicisi olarak propaganda yoluyla devamlı olarak köpürttüğü çağdaş “köpürtme gazetecilik ” zamanlarında, – Marx’ın gazetecilik mirası, yani anlık ve yüzeysel olanın ötesine geçen ve karmaşık ve dönüştürücü; siyasi, sosyal ve kültürel olayların alt metnini özenli, titiz bir entelektüel dikkat ve dürüstlükle ortaya çıkaran analitik gazetecilik peşinde koşması büyük önem taşıyor.
Gerçekten, bilgili, nesnel ve analitik gazeteci Karl Marx’ın yeniden canlandırılıp herkese tanıtılmasının ve onun gazetecilik geleneği ruhunun her yerde uygulanmasının tam zamanı.
Naren Singh Rao - Telgraf
(*) Çevirinin 12 Mayıs 2021’de The Wire’da yayınlanan orijinali için tıklayınız.
18 Mayıs 2021 Salı
Direnişin görsel mücadelesi: Filistin sineması
Filistin sineması, parçalanmış üç ayak üzerinde varlığını devam ettiriyor. Bunlardan biri, ülkenin yaşadığı işgalden ötürü yurdunu terk etmek zorunda kalanların oluşturduğu Filistin Diaspora sineması; ikinci ayak, kamplarda üretilen Filistin sinemasıdır. Üçüncü ayaksa, İsrail vatandaşı olarak Filistin sinemasını temsil edenlerin oluşturduğu Filistin sinemasıdır.
Filistin sinemasında başrol oyuncuları şekil olarak değişe de aslında bu sinemada; direniş, savaş, intifada, taşlar, sapanlar, tanklar, askerler, yıkılan evler ve ölen çocuklar başrolde oynuyor.
ÜÇ PARÇALI YAPI
Filistin sineması, parçalanmış üç ayak üzerinde varlığını devam ettiriyor. Bunlardan biri, ülkenin yaşadığı işgalden ötürü yurdunu terk etmek zorunda kalanların oluşturduğu Filistin Diaspora sineması; ikinci ayak, kamplarda üretilen Filistin sinemasıdır. Üçüncü ayaksa, İsrail vatandaşı olarak Filistin sinemasını temsil edenlerin oluşturduğu Filistin sinemasıdır.
İsrail vatandaşı olan Filistinli yönetmenlerin, kimi zaman uluslararası arenada, İsrail pasaportu taşıdıklarından, filmleri İsrail filmleri üst başlığında değerlendirilebiliyor. Bu biçimde gerçekleşen sunumlara tepki gösteren Filistinli sinemacılar, birçok festivalden filmlerini çekmek zorunda kalabiliyorlar. Ayrıca filmlerini ülke dışına çıkarmak için İsrail’in kontrol noktalarından geçmek zorunda kalan Filistinli sinemacılar, çoğu zaman üretimlerinin fiziksel engellemelerle karşı karşıya kalmasından da yakınıyorlar.
Diaspora sinemasının en önemli desteği ise Filistin dışında düzenlenen film festivallerine önayak olmalarıdır. Amerika, Almanya, Fransa, Kanada ve Avustralya gibi farklı merkezlerde düzenlenen çok sayıda Filistin sineması festivalinin oluşması, oralarda yaşayan Filistinlilerin çabalarıyla oluşturuldu.
Kamplarda yaşayan Filistinliler de genelde kısa filmler ve belgesellerle Filistin sineması içinde kendilerine alan yaratıyorlar.
Filistin sinemasının ilk ses getiren yapımı, Michel Khleiff’in ilk kurmaca filmi olan Fertile Memories’dir. (1980) Filmde iki kadının Filistin toplumu içindeki var olma mücadeleleri anlatılıyordu. Arap toplumsal yapısı içinde kadınların erkekler kadar özgür olamamaları sorunu üzerinde duran yönetmen, gerçek görüntüleri kurmaca filmi içinde ustaca harmanlamıştı. Filistin sineması için büyük bir yenilik olan film, daha önce yapılan ve yapılmaya devam edilecek olan Filistin sorununu merkeze alan filmler arasından farklı duyarlılığıyla sıyrılıyordu.
DİRENİŞTEN İNSAN HİKAYELERİ
Filistin sinemasında karşımıza çıkan her konu esasen direnişin bir yansıması gibidir. Her film bir yerinden direnişe, istilaya, ezene ve ezilene dairdir. Michel Khleiff’in ikinci uzun metrajlı kurmaca çalışması 1987 yapımı Wedding in Galilee’yi (Celile’de Düğün) de bunlardan biri. Michel Khleiff’i ve Filistin sinemasını dünya çapında tanıtan ilk uzun metrajlı film olan bu çalışma, 1987’de Cannes Film Festivali’nde Uluslararası Eleştirmenler Ödülü’ne layık görüldü. Film sayesinde Filistin gerçekliği dünyanın farklı yerlerinde tartışılır oldu. Ayrıca Avrupalı yapımcıların Filistin’deki sinemacılara olan desteğini de arttırdı. Zira film, ticari olarak da başarılı olmuştu.
Kadın belgeselci Mai Masri’nin 1998’de yaptığı Şatilla’nın Çocukları bu dönemin öne çıkan belgesellerinden biriydi. 1982’deki katliamdan sonra doğan çocukların hayatlarını beyaz perdeye yansıtan belgesel birçok festivalde gösterim şansı bulmuştu.
2000’lerde Filistin sorunu çözümsüzlüğün çözüm kabul edildiği bir dönemi daha haber veriyordu. Elli seneyi geride bırakan toprak sorunları, yanlarına yenilerini de katmış halde ortada duruyordu. Buna karşılık sinema, dünyanın birçok coğrafyasında olduğu gibi Filistin’de de kendini yeniledi ve önemli gelişmeler gösterdi. Sarsıcı filmlerin yapıldığı bu dönemde kuşkusuz geçmişin getirdiği miras ve mücadele azminden de söz etmeliyiz. Filistin sinemasının nasıl olması gerektiğine kafa yoran Mustafa Abu Ali’nin azimli çabaları, Michel Khleiff’in başarılı filmleri yapılmasaydı; bu sinema hareketi bulunduğu yerden çok uzakta olurdu.
Üretimin artmasıyla çeşitlilik de kazanan Filistin sineması, filmleriyle bütün festivallerde gözlerin Filistin’e çevrilmesini sağladı. Bu etki Michel Khleiff’in 1987’deki Wedding in Galilee ile sağladığı başarıya denkti. Özellikle Elia Süleyman’ın Divine Intervention (Yadon İlaheyya - Kutsal Direniş) ve Hany Abu-Assad’ın Paradise Now filmleri festivallerde büyük beğeni gören, birçok ödül alan yapımlar oldular. Hani Ebu-Essad’ın Paradise Now’ndan önce 2002’de çektiği Rana’s Wedding filminde Kudüslü genç bir kızın istemediği bir evlilikten kurtulmak için yaptıkları anlatılıyordu. 2002 Montpellier Akdeniz Film Festivali Altın Antigone Ödülü’nü alan film, Filistin’in insan hikâyelerine odaklanmıştı. Katıldıkları festivallerden önemli ödüllerle dönen filmler, Filistin sinemasının varlığını ve uluslararası kabulünü müjdeliyorlardı. Gişe başarıları da yakalayan filmler, yapımcıların Filistin sinemasına olan bakışının da değişmesini sağladılar.
Belgesellerin de devam ettiği bu dönemde, Mai Masri’nin 2001’de çektiği Düş ve Korkunun Sınırları isimli belgeselinde ise iki ayrı mülteci kampında yetişmiş iki kızın ve diğer çocukların birbirleriyle mektuplaşarak tanışmaları anlatılıyordu. Bir başka Filistinli kadın belgeselci Geda Teravi’nin çalışması olan Yaşam Mücadelesi (2001) de, çocukların hayatına eğiliyordu. İntifada içinde Yahudi askerlerin kurşunlarına taşlarla karşı koyan çocukların iç dünyasını yansıtmaya çalışıyordu. Nadav Harel ve Ramon Bloomberg’in beraber çektikleri 2001 yapımı K Bölgesi’nde ise Filistinli balıkçıların yaşadıkları anlatılıyordu. İsrail’in ablukası altında balıkçılık yapmaya çabalayan balıkçıların konumunu işleyen bir belgesel, Filistinli balıkçıların haklarının çiğnenmemesini savunan Yahudi balıkçıların görüşlerine de yer veriyordu.
ÖMER: İHANET VE DİRENİŞ
2010’dan sonra çekilen filmlere baktığımızda konuların çeşitlendiğini söyleyebiliriz. Hani Abu-Assad’ın yönettiği 2013 yapımı Ömer filmi bunlardan biri. Filme ismini de veren baş karakter Ömer; hemen her gün Batı Şeria’daki ayırıcı duvarı el yordamıyla geçerek arkadaşlarına ve arkadaşının kardeşi, sevgilisi Nadia’yla kavuşmaya çalışıyordur. Bu rutin uygulamanın sağından solundan geçen İsrail kurşunlarını da gündelik hayatın bir parçası haline getirmesini görürüz. Ömer ve iki yakın arkadaşının tek hedefleri vardır o da İsrail işgaline seslerini çıkarmak. Bu üçlü İsrail işgaline karşı silah talimleriyle direniş ruhlarını perçinlerler. Silah talimlerinin sonunda bir İsrail askerini öldürmeyi başarırlar; ancak İsrail askerini öldürmenin bedeli ağırdır. Ömer bir aşk filmidir de. Bakışlarla, mektuplarla, şiirlerle, kuşatılmışlık ve umut arasına sıkışmış insanların aşkını resmeder. Filistin’in kuşatılmışlığını, işgalin insanlar üzerindeki etkilerini, dostluğu, kardeşliği ve ihaneti yüzümüze çarpan bir yapım olan Ömer için, yönetmen Hany Abu-Assad, Alin Taşcıyan’a verdiği röportajda filmin öyküsünü anlatırken öykünün gerçekliğinin altını çizmiş:
“İki yıl önce bir arkadaşım bana benzer bir öykü anlattı. Gizli istihbarat ajanlarının sırlarını öğrenip onları işbirliğine zorlamak için nasıl kullandığını anlattı. Tam filmi yapılacak öykü dedim! İyi filmler hep gerçek olaylara dayanır. Ayrıca böyle bir krizi de düşündüm. Herkesin sırları vardır, ben öyle bir durumda kalsam çıkış yolu bulamam! O zaman filmini yapmalıyım dedim!”
DÜĞÜN DAVETİYESİ: GÜNDELİK HAYATTA FİLİSTİN
Annemarie Jacir’nin çektiği 2017 yapımı Wajib- Düğün Davetiyesi, son dönemin en çok ödül alan Filistin filmi. Kızının düğün davetiyesini yurtdışından gelen oğluyla tanıdıklarına dağıtan baba ile oğulun ilişkileri üzerinden Filistin’in yaşadığı dönüşümleri resmeden film, oldukça başarılı bir çalışmaydı.
BİZE HER YER FİLİSTİN
2019 yapımı Elia Süleyman’ın yeni filmi Burası Cennet Olmalı ise bir yurtsuzluk hali üstüne kişisel bir çalışma. Paris’ten New York’a dünyanın farklı yerlerinden Filistin ruhunun onu takip etmesi üstüne kurguladığı filmi, bu yılın Filistin Oscar adayı olmuştu.
LİNA BOKHARY: FİLİSTİNLİ SİNEMACILAR İÇİN FİLM YAPMAK, HAYATTA KALMAK DEMEK
Kasım 2018 tarihinde düzenlenen 8. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde, Filistin sineması odak ülke seçilmişti. Festival kapsamında Filistin sinemasından kısa ve uzun metraj Filistin filmler sinemaseverlerin beğenisine sunulmuştu. Festival kapsamında; ben ve Filistin Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürü Lina Bokhary birlikte bir Filistin sineması paneli düzenlemiştik. Filistin’in ruhuna uygun olarak hem son derece donanımlı bir entelektüel hem de militan ruhlu bir sinema emekçisi olan Bokhary, yaptığı konuşmada Filistin sinemasının son dönemini şu ifadelerle anlatmıştı: “Bu dönemde sinemacıların realiteyle yüzleşebildikleri, daha önce romantik olarak baktıkları şeylere daha gerçekçi yaklaşabildikleri, kendileriyle yüzleşebildikleri bir dönem. Filistinli sinemacılar için film yapmak, hayatta kalmak, mücadeleyi sürdürmek gibi bir anlam ifade ettiği için koşullar hiçbir zaman iyi olmadığı halde bu insanların mücadeleleriyle bu üretim sürüyor. Yılda belgesel ve uzun metrajlar için 5 tane, kısa filmlerde ise 10 civarı filme destek oluyoruz. Filistin Film Enstitüsü sabit yeri olan bir yapı değil. Şu sıralar bir araya getirmeye ve bir yerde toparlamaya çalışıyoruz. Biz Filistinli yetenekleri bulunduğumuz coğrafyayla sınırlı düşünmüyoruz. Çok çeşitli sebeplerden dünyanın başka yerlerinde yaşayan yönetmenler var ama bunları Filistinli yönetmenler olarak kabul ediyoruz biz.”
DÜNYA SİNEMASINDA FİLİSTİN
Filistin gerçekliği, Filistinlilerin yaşadıkları sadece Bu coğrafyada yetişen yönetmenler için değil birçok saygın dünya yönetmeni için de önemli bir mücadele alanı olarak görülebildi. Sözgelimi Fransız sinemasının usta ismi Godard 1976 yılında Içi et Ailleurs (Burada ve Başka Yerde) filmiyle Filistinlilerin yaşadıkları sorunlara kayıtsız kalmadığını gösterdi. 1983 yılında da Costa Gavras Hanna K. isimli filmiyle Filistinlilere desteğini sundu.
Mustafa Abu Ali’nin çabalarıyla ortaya çıkan, Michel Khleiff’in başarılarıyla adından söz ettiren Filistin sineması, günümüzde Alia Süleyman, Hani Abu-Assad ve Annemarie Jacir’in çalışmalarıyla yoluna devam ediyor.
Hâlâ kişisel tecrübeler üzerinden gelişmeye çalışan bir sinema Filistin sineması. Büyüyebilmesi için de, sinema salonlarına, ekipmana ve finansmana ihtiyacı var. Ama her şeyden öte film çektiği için baskı görmeyeceği, uluslararası festivallerde isminin altında yazacak bir ülkeye ihtiyacı var Filistinli yönetmenlerin.
Kaynak : Duvar
Yazar : Rıza Oylum
4 Mayıs 2021 Salı
İki Petrol İki Özgürlük
1951 yılı, Muhammed Musaddık, büyük bir oy çokluğuyla İran başbakanlığına seçildi.
Musaddık, Britanya İmparatorluğu'na peşkeş çekilen petrolün
İran'a geri geleceğini vadetmişti ve hemen işe koyuldu.
Ancak petrolün millileştirilmesi komünist müdahaleye
elverişli bir kaos ortamının doğmasına yol açabilirdi. Bu yüzden Başkan
Eisenhower saldırı emrini verdi ve Birleşik Devletler İran'ı ”kurtardı”:
1953'te, bir devlet darbesi Musaddık'ı cezaevine, çok sayıdaki destekçisini de
mezara gönderdi ve Musaddık'ın millileştirdiği petrolün yüzde kırkını Kuzey
Amerikalı şirketlere verdi.
Ertesi yıl, İran'dan çok uzaklarda, Başkan Eisenhower
saldırı emrini verdi ve Birleşik Devletler Guatemala'yı “kurtardı”. Bir devlet
darbesi, demokratik bir biçimde seçilmiş Jacobo Albenz Hükümetini devirdi,
çünkü bu hükümet United Fruit Company'nin ekip dikmediği topraklarını
kamulaştırmıştı ve bu komünist müdahaleye elverişli bir kaos ortamı
yaratıyordu.
Guatemala bu “iyiliğin” bedelini ödemeye devam ediyor.
Eduardo Galeano,
21 Nisan 2021 Çarşamba
1 Mayıs Bizim Günümüz, Anlatılan Bizim Hikayemiz !
Geçen yıl 1 Mayıs için sözümüz “salgınlarında kâr için ölünmeyen, başka bir dünya mümkün” sözüydü. Geçen 1 yılın ardından bu söz güncelliğini korumakta.
1 Mayıs içinde bulunduğumuz sömürü ve ölüm çarkının en üst perdeden tehşir edilmesi gereken gündür. Bu nedenle pandemi önlemleri adı altında “afiş ve sticker” yapıştırılmasını bile yasaklayan bir saldırı altında. Tüm bu yasaklara ve saldırılara rağmen işçi ve emekçilerin, üreten tüm kesimlerin sözü hâlâ sokaklarda yankılanmaktadır, başka bir dünya mümkün şiarı ağızlardan güç ve kuvvet ile çıkmaktadır. Çünkü başka bir seçeneğimiz kalmamıştır. Ya Koronadan ölüm ya yoksullaktan ve sefaletten ölüm.
Taleplerimiz açık ve nettir.
-Sağlıklı ve güvenceli çalışma.
Kod29 gibi patronların oyuncağı olan saldırı maddelerinin kaldırılması.
Ücretsiz izin vb. adı altında işten çıkartmaların son bulması.
Düşük ücretlerin ve uzun mesailerin son bulması.
-Kültür emekçilerine destek verilmesi.
Tiyatro ve Müzik emekçilerinin yaşamlarını sürdürebileceği şartların sağlanması.
-Sağlık emekçilerine, güvenli çalışma ve insani çalışma saatlerinin oluşturulması.
Evden çalışan emekçilerin maaşlarının düşürülüp mesailerinin arttırılmasına son verilmesi.
Emektar Daktilo
3 Nisan 2021 Cumartesi
Elit Aydın Bakışı: Bu halk aptal mı?
Halk desteği, parayla satın alınabilen bir şey yahut salt tehdit ya da korkuyla elde edilen bir şey değildir
Facebook bir iki sene önce bir arkadaşın kamusal alandaki yorumlarının üzerine yazdığım bir post’u önüme getirdi. Ana akım üretimin sakilliğine alternatif oluşturan müzik ve yazın ortamlarında bilinen ve kendini anarşist olarak tanımlayan bu nispeten ünlü ve saygı gören kişi, kim bilir hangi yerel ya da genel seçimin üzerine, “halk aptaldır,” yazmıştı. “Halka güvenemeyiz, halk aptaldır, kendi adına seçim yapamaz. Zaten eğitimsizdir. Yapınca da başa AKP’yi getirir.” Tam kelimesi kelimesine aktarmaktan kaçındım, ama aşağı yukarı böyle diyordu. Zaten bunu bu kişinin söylemesine de gerek yok, büyük oranda bir elit-aydın kesim de aynı şeyi düşünüyor.
Kendi adıma, ayrıcalıklılığın burnu büyüklüğünü ve tepeden bakışını, göçmenliğin getirdiği türlü zorlukla yüzleşirken biraz da olsa yırtabildiğimi düşünüyorum. Ama yukarıda bahsettiğim tanıdığın dediği gibi, biz ayrıcalıklıların, ayrıcalıklar ekseninden çıkmakla ilgili düşünsel bir arka plana sahip olmak zorunda çoğunca kalmadığımız için, bir halk suçlama geleneğimiz vardır: Halk aptaldır ve eğitimsizdir, kendi iyiliğinin aksine çalışacak kişilere ve partilere oy verir; kendisine kasten zarar verir. O kadar aptaldır ki bu davranışının açıklanabilir tek izahı, kimi elitler ve bazı doktorlar tarafından ısrarla ve itinayla suçlandığı çeşitli ruhsal hastalıkları, çocukluk travmaları, baba figürü eksiklikleridir. Bu halk denen meret bu bağlamda sadece düşmana oy verenler anlamında kullanılır. Bu halk, ancak bedavaya kömür makarna alabilmek gibi küçük hesapları düşünür. Daha geçen önemli bir okulun önemli bir hocasının internetteki paylaşımı şöyle diyordu: “Türkiye küçük adamların memleketi.” Halkın yaptığı kendi refahı ve geleceği açısından da yanlıştır; fakat buna rağmen kendi yaptığı yanlışlığı anlayabilecek ne eğitimi vardır ne de yeterli oranda ileri görüşlü olmayı başarabilir.
Aristoteles’in Maksimi
Aptallık değil tabii ki asıl konu. Eğitimsizlik. Bunu Padovalı Marsilius da söylüyor (Defensor Pacis, 1324, Söylev I, Bölüm 13): “‘Aptal’ ile anlamamız gereken şey, daha az eğitim görmüş kişilerdir.”
Çoğunluk, Padovalı’nın Aristoteles’e atıf yaparak kullandığı valentior pars’a (vatandaşlar arasında üstün gelenler) karşıt görüşte bir karar verirse, bu karar aptalca bir karar mıdır? Yani AKP seçmeni AKP’yi, eğitimsiz olduğu için mi seçmektedir?
Biz yeri geldiğinde Aristoteles’ten haberi olmadığı için kimilerini aşağılamayı çok seven elitler, Aristoteles’in aslında “çoğunluğun bilgeliği” üzerine sayfalarca yazdığını belki de bilerek görmezden geliriz. Aristoteles, Politika’da (Kitap 3: 10-11) çoğunluğun (plethos) verdiği kararlardaki bilgeliği anlatır. Bu fikir, eski Yunan politik düşünce tarihini takip eder, Aristoteles’in özgün buluşu da değildir. Örneğin, Ksenofon’un Hiero’su da aynı şeyi söyler: “Hiçbir şey, ister düşmanlarının planlarını yerle bir etmek, isterse de dostlarının mülkiyetlerini savunmak için olsun, bir araya gelmiş bir grup insana benzemez.” Aristoteles bunu bir adım öteye götürür. Kitlenin, kitlede yer alan ve çok eğitimli bir tek kişiye oranla çok daha iyi bir karar alabilme kapasitesi olduğunu söyler. Peki neden? Çünkü kişilerin bir araya gelmesi, ve böylece bilgilerini, tecrübelerini ve içgörülerini birleştirmesi, kendi adına en iyi kararları alabilen en eğitimli tek bir kişiden çok daha etkili ve iyi sonuçlar doğurur. Yani çok olan, her ne kadar eğitimsiz de olsa, kendi istekleri doğrultusunda kendisi için en bilge kararı verecektir.
Bu tartışmadaki kilit nokta, Aristoteles’in çok’undaki bilgelik, hep birlikte ortaya konulacak ârete’den (erdem, virtue) ileri gelir. Tek kişi taraflıdır, çok kişi tek kişilerin çıkarcılığını ve taraflılığını kapatır; ne kadar çok kişi birlikte karar verirse, karar, o kadar bilge olur. Aristoteles’in erdem doktrinine çok farklı yaklaşımlar olsa da, ârete ile ilgili kesin olan bir şey vardır: Kimse kendine bilerek zarar vermez.
Marsilius, Aristoteles’e referans verdikten sonra kıstası ileri alır: Politik seçimleri, ve özellikle kanun yapımını, tüm vatandaş hacmine (universatum civicum) değil de eğitimli az sayıda kişiye vermenin tehlikeli olduğunu çünkü bu kişilerin vereceği kararların ve yapacağı kanunların her zaman taraflı ve kendi çıkarına olma riski taşıdığını anlatır. Aristoteles’in kuralını tekrar eder (I, 12/8): Kimse kendisine bilerek zarar vermez, ya da kendisi için zararlı olacak şeyleri istemez.
Floransa’da halk ayaklanması
Padovalı bunları yazmadan bir 30 yıl önce aynı coğrafyadaki Floransa şehrine dönelim. 1293 tarihinde Floransa’da bir halk ayaklanması yaşanır. Bruni de Machiavelli Floransa’nın tarihini yazarken, bu ayaklanmadan bahsederler. Bruni’ninki Historiae Florentini populi (1440’ta tamamlanır) ve Machiavelli’ninki Istorie fiorentine’dir (1525’te tamamlanır).
Campaldino Savaşı’ndan sonra soyluların halka zulmetmesini önlemek için lonca başkanları halk arasından ilk kez, emrinde silahlı bir kuvvet olan Gonfaloniere di Guiztizia (Adalet Yargıcı) yani Ubaldo Ruffoli’yi atamayı başarır. Ruffoli’nin yaptığı ilk şey, ailesinden birinin Fransa’da bir avam öldürdüğü anlaşılan soylu Galetti ailesinin evini yıkmaktır.
Gonfalonieri’nin bu icraatı bir süreliğine Floransa’yı hukuklu bir hayata döndürse de çok kısa zaman içinde halk yine soyluların baskısına mahkûm olur. Halk, hiçbir şekilde soyluları suçlayamadığı gibi, başkaları tarafından onlara isnat edilen suçlara tanıklık da yapamaz. Soylu bir aileden gelen Giano della Bella lonca başkanlarıyla birlik olur ve onları, şehir yönetimini ele geçirebilecekleri konusunda ikna eder. Halk ayaklanması sonucunda soylu aile başkanları yönetimden indirilir ve yerlerine avam üyeleri geçer. Yeni, belki de ilk anayasa yazılır: Ordinenza di Guistizia (Adalet Fermanı).
Hikâyenin gerisi ve Giano della Bella’nın nasıl sürgün olduğu bu yazı açısından çok önemli değil. Önemli olan, Bruni’nin ve Machiavelli’nin yorumları.
Bruni, Adalet Fermanı’nın bir fiyasko olduğunu, şehrin iyi eğitimli, zengin önde gelenlerinin, “çokluğun aptallığının” eline bırakılmasının ancak felaket getireceğini söyler. Çünkü çokluk eğitimsiz ve fakirdir. Bu insanların hayatta isteyebileceği tek şey, zengin sınıfı yağmalamak için hırsızlık ve cinayettir.
Machiavelli ise zenginlerin ve eğitimlilerin çekişmesiz hâkimiyetini değil, düzeni ve dengeyi savunur. Giano della Bella’nın ağzından hem soyluyu hem avamı yargılar: Soylu kötücül, ayaklanmış halk istikrarsızdır. Bruni’nin aksine Machiavelli, avama karşı işlenen suçları itiraf eder. Fakat iki tarafı da tutmaz; onun için önemli olan, çokluğu (yönetileni) her yönüyle anlayan, zorbalık ve iyi niyet, yaptırım ve taviz arasında dengeyi sağlayan bir lider ve bu liderin kanunlara uygun bir şekilde kurduğu ve devam ettirmeyi başardığı düzendir.
Machiavelli’nin Prens’inin kötü bir versiyonu
Machiavelli aslında politik güç açısından içerik ile metodolojiyi, esas ile usûlü ayırmıştır. Yani Platon’un Filozof Kralı gibi Machiavelli’nin Prens’inin bir erdem, saygı, bilgi, ilim irfan sahibi olması beklenmez. Prens’in virtu’su, yani erdemi esas ve usûl olarak ayrılır. İyi bir siyasetçi, halka karşı öyle görünmeliyse bile, hareketlerinde erdemli olmak durumunda değildir. Erdemli bir yönetici de iyi bir siyasetçi olmayabilir. İyi bir yönetenin çok iyi bilmesi gereken bir şey vardır, ki uzunca süredir yapılan genellemelerde filozofun suçlanmasının nedenini oluşturur: Usûl.
Bu usûl, yönetim gücünü elinde tutmakla ilgili usûl olduğu kadar, halkın desteğinin nasıl alınabileceğine dair bilgiyi kapsar. Machiavelli, bir hükümdarın, sadece zorbalıkla yönetimde kalmasının mümkün olmadığını bilir ve Discorsi’de de Floransa’nın Tarihi’nde de bunu defalarca tekrar eder. Her şey denge işidir. Halka zorbalık yapsa bile, nabzını tutmayı becermelidir bir hükümdar. Aslen bir usûl terimi olan iyi iktidarların bir ortak noktası güç ise, diğer ortak noktası da halkın desteğini sağlamış olmak ve zorbalığını, halkın ayaklanmaktan imtina edeceği bir derecede tutmaktır.
Daha da önemli bir noktayı, Spartalılar ve Romalılar üzerinden anlatır Machiavelli: Halklar çeşit çeşittir. Halkların eğilimleri, hassasiyetleri birbirinden çok farklıdır. Yönetime dair usûlü çok iyi bilen bir hükümdar, ikna etmeyi göze aldığı halkın desteğini nasıl sağlayacağını çok iyi bilmelidir.
Machiavelli’nin iyi siyasetçi Prens’inin zorba bir örneği Cesare Borgia ise, Cesare’nin bir adım ötesindeki bir örneği de Erdoğan’dır.
Sonuç
Halk desteği, parayla satın alınabilen bir şey yahut salt tehdit ya da korkuyla elde edilen bir şey değildir. Machiavelli’nin rölativist realizmindeki gibi bir usûle sahip olabilmek için, her halkın değil fakat muhatap olduğun halkın çoğunluğunun nabzını tutabilmek, istediğini bilebilmek, göğsünden girip kalbini tutabilmek gerekir. Bu usule dair yetenek, katiyen iktidarın zorba olmadığını göstermez, sadece destek yaratmakta iktidarın sunduklarının şu ya da bu nedenle zulümden her defasında daha ağır bastığını gösterir. Sunduklarını bizim kabul etmemiz, bunların iyi olduğunu düşünmemiz gerekmez. Halkın ârete’sini belirlemek, hiçbirimizin haddine düşmez. Aristoteles’in dediği gibi, herkes kendisi için en iyi kararı verir. Türkiye’de yaşayanların yüzde ellisi, kendisi için en iyi kararı vermiştir.
Dolayısıyla elitizmin, bugünkü politik yenilgisinin ana nedeni olarak görmekte ısrar ettiği halkın aptallığı, kendi ayrıcalıklarını kaybetmemek için verdiği zorbaca bir savaştan ve siyaset yapış şeklindeki beceriksizliği örtmeye çalışmaktan başka bir şey değil. Elitin, beğenmediği politik sonucun hırsıyla bir oyu bedava makarnaya ya da kömüre eşitlemesi yahut makarna-kömür nedeniyle oy vereni hor görmesi, eğitimsiz ve fakir diye aşağıladığı sınıfa, yine ve sadece kendi çıkarlarının devamı için yüklediği bir başka yükten gayrı bir şey de değildir. Zaten yüz yıl bile etmeyen tarihe baktığımızda, elitin, yönetmek istediği halkın nabzını ve kalbini tutmaya gerek bile görmeden bugüne kadar üretebildiği tek yönetimin usulünün, kendi yandaşı olmayan çoğunluğa karşı baskı ve ordu tehdidi olduğunu görebiliyoruz. Türkiye çoğunluğunun nabzını beğenmediği için görmezden gelmeye direten elitist politik kanat, Machiavelli’nin iyi siyasetçisi ile kötü siyasetçisi arasındaki farkı ısrarla esastan gördüğü için, kendinden menkûl bir eğitim ve erdem yarışına girmeye ve bu nedenle kötü siyasetçi olmaya devam ediyor.
Öyle ki, bu burnu büyüklüğü, yenilgiyi kabullenmemesi, bir türlü vazgeçemediği gururu ve, totaliter/ayrımcı amaçlarla olmasa bile sonuçta buna denk gelen ayrıcalık sevdası nedeniyle AKP ile elele yürüyor. Dışlayıcı Türklük, tek-kimliklilik ve erkeklik kimliğinin, AKP’de şahikasını bulmasından ileri gelen gerçekleşmiş bir amacın, hâlâ bu amacın sürdürülebilirliğini garantilemeye yönelen bir politik esasın, ve eğitimsizi aptal yerine koymaktan ve isteklerini görmezden gelmekten kaynaklanan kötü siyaset usulü ile birleşimi, sonuçta bugün karşı karşıya kaldığımız hükümetin en büyük sağlayıcısı ve işbirlikçisidir.
13 Mart 2021 Cumartesi
Halk düşmanı: İspanya, Pablo Hasél’e neden zulmediyor?
İspanya geçtiğimiz günlerde rapçi Pablo Hasél’i monarşiye hakaret ettiği için hapse attı. Bu, ülkedeki sağcı ve siyasallaşmış yargı tarafından ilerici politikaları hedef alan geniş saldırının son perdesi
O akşam Katalonya’da pek çok protesto gösterisi ve isyan baş gösterdi, ertesi gün bütün İspanya’ya yayıldı, binlerce insan şarkıcı için özgürlük istedi. Barcelona’da bir gösterici polisin attığı plastik mermi ile bir gözünü kaybetti, Madrid ve Valencia’da polis barışçıl göstericilere coplarla, aşırı şiddet kullanarak saldırdı. Hafta sonunda, Barselona’da, yağmaların da görüldüğü gösterilere Katalan polisinin acımasız müdahalesi devam etti.
2004 yılında Bask lideri ve eski ETA üyesi Arnaldo Otegi’nin terörizmi övmekten mahkûm olan ilk kişi olmasından bu yana, aralarında bir dizi sanatçı, aktivist ve blogcunun da bulunduğu 122 kişi, İspanya’nın acımasız anti-terör yasaları yüzünden, terörizmi övmek suçundan hapis cezasına mahkûm edildiler. Çoğunun cezası ilk cezaları olduğu için ertelenirken, Uluslararası Af Örgütü de 2018’de, sadece onbinlerce avroluk para cezaları yüzünden değil, ama söz söylemeyi cezalandıran böyle bir yasasının hiciv ve muhalif düşünce üzerindeki caydırıcı etkisine karşı ikazda bulundu. Yine bu kadar olmasa da bir miktar hapis cezası da kraliyete hakaret ve dini hisleri rencide etmekten dolayı verildi.
Hasél’in hapse mahkûm edilmesine gösterilen tepki üzerine İspanya’daki sol koalisyon ifade özgürlüğüne ilişkin yasaların değiştirileceği sözünü verdi, fakat nasıl bir yasa olacağı konusunda iki parti anlaşmaya varamadı. Polis şiddetini kontrol altına alamadıkları için kendi tabanları tarafından eleştirilen hükümetin ortağı Unidas Podemos bakalım ortanın solundaki Sosyalist İşçi Partisi’ni (PSOE) anlamlı bir reform (İspanyol sağının ve siyasallaşmış yargısının son on yıldır ifade özgürlüğü üzerinde süren baskısına karşılık verebilecek bir reform) yapmaya ikna edebilecek mi?
On yıllık geriye gidiş
2008 Finansal Krizi’nden bu yana geçen yıllar içinde, İspanyol ceza yasasının 578. maddesi muhalif sesleri hedef almakta anahtar yasal araç olarak kullanıldı; özellikle de Hasél gibi sol uçtan ve ayrılıkçı çevrelerden gelenlere karşı. 2000 yılında José Maria Aznar’ın Halk Partisi hükümeti tarafından getirilen yasanın muğlak ve geniş bir şekilde tanımlanmış ‘terörizmi övme’ ve ‘terör kurbanlarını rencide etme’ kategorileri, Uluslararası Af Örgütü’ne göre, “devlete, yüksek olan kışkırtma [terörist eyleme] eşiğine karşılık gelmeyen geniş menzilli bir kriminalize etme gücü vermektedir.”
2011 ve 2017 arasında, suç sayılan aleni beyanların %92’si, yasaklanmış veya aktif faaliyet yürütmeyen yerli “terörist” örgütler -örneğin Bask silahlı örgütü ETA veya artık aktif olmayan aşırı sol “terörist” grup GRAPO- hakkındaydı. Böylesi beyanlar [bu örgütlere] destek ifadeleri içerdikleri için, kamuoyunda bilinen kişilere hakaret ederken bu örgütleri ima eden ifadeler kullandıkları için veya sosyal medyada saygı içermeyen şakalar oldukları için suç sayılabilirler.
21 yaşındaki solcu üniversite öğrencisi Cassandra Vera’nın, 2017 yılında, Franko zamanının başbakanı Luis Carrero Blanco’nun İspanya’nın ilk astronotu olduğu yolundaki herkesin bildiği şakasının (başbakan Blanco, ETA tarafından kendisini havaya fırlatan çok güçlü bir bombanın arabasına konması sonucunda öldürülmüştü) çeşitli varyasyonlarını içeren tweet’ler attığı için ülkenin en yüksek ceza mahkemesinde yargılandığı dava özellikle kötü şöhretli olan bir davadır. Vera bir yıllık ertelemeli hapis cezası aldıktan sonra temyiz başvurusunda suçsuz bulundu.
2015 yılında, Rajoy döneminde yapılan değişiklik sosyal medya alanındaki hükümleri sertleştirdi ve “örümcek (ağı) operasyonları” denilen bir dizi polis operasyonuna yol açtı. Halk Partisi iktidarının son yıllarında, polis ve Ulusal Muhafızlar İspanya’yı kapsayan dört koordine edilmiş baskın dizisi yaptılar ve Twitter ve Facebook gönderileri yüzünden pek çok insanı içeri aldılar. Sosyal medyadaki etkinlikleri yüzünden kovuşturmaya uğrayanlar arasında rap-metal şarkıcısı César Strawberry (suçlandığı diğer şeylerin yanında, krala yaş gününde ‘kek bombası’ göndereceği şakası da vardı) ve Manuela Carmena’nın Madrid Belediye Meclisi’nin solcu üyesi Guillermo Zapata da vardı; Zapata hakkında hicvin sınırlarını tartışan tweet’leri yüzünden dava açıldı, fakat sonra beraat etti.
Hasél terörü övmekten iki defa mahkûm oldu. İlki 2015’teydi ve aslolarak, politikacılara ve kapitalistlere yöneltilmiş grafik şiddet tasvirleri ile dolu savaşçı şarkı sözleri ve GRAPO ve ETA’yı övmesi yüzündendi. İkinci mahkemenin nedeni, polisin acımasızlığına şiddetle karşı çıkan ve hapisteki GRAPO üyelerine destek mesajı içeren bir dizi tweet’ti, kraliyete hakaretten aldığı mahkûmiyet de kısmen “Juan Carlos Dangalağı” adlı şarkının sözleri yüzündendi.
Hasél yalnız değil. Bir dizi rap şarkıcısı şiddeti övmekten ve güçlülere ve zenginlere karşı kurgusal intikam fantezileri yüzünden soruşturmaya maruz kaldılar. Bunlar arasında, üç yıllık hapis cezası alınca Belçika’ya kaçan Valtónyc ve La Insurgencia [Kalkışma] adlı devrimci rap kolektifinin 14 üyesi de var. Avrupa Parlamentosu’nun İrlandalı üyesi Clare Daly’nin belirttiği gibi, “Böyle yasalar altında İrlanda’nın halk şarkıcılarının yarısını hapse atabilirdiniz.”
İlericileri hedefleyen kraliyete hakaret ve dini hisleri rencide etmekten verilen hapis içermeyen bir dizi mahkûmiyet cezası da endişeye neden oluyor. Bunlar arasında El Jueves gibi hiciv yayınlarının yanında çeşitli feministler ve kürtaj hakkı aktivistleri de var. Gazeteci Miquel Ramos, toplumdaki kırılgan ve marjinalleştirilmiş kesimleri koruma amaçlı nefret söylemi yasasının tersine, bu tip suçlamaların iktidar kurumlarının eleştirilmesini önlemeyi hedeflediğini savunuyor.
Yargı sistemini güçlendirmek
Son on yılda internet ortamında sarf edilen sözler ve sanatsal ifadeler üzerindeki baskı, Mariano Roy’un (2011-18) sağcı Halk Partisi hükümetinin sivil özgürlüklere karşı yasama yoluyla yaptığı kapsamlı saldırıya da uyuyor. 2015’te, kemer sıkma politikalarına ve insanların evlerinden çıkarılmalarına karşı kitlesel mobilizasyon sırasında, geniş kapsamlı bir haberin engellenmesi yasası çıkarıldı. Uluslararası Af Örgütü bu yasayı, “barışçıl toplanma özgürlüğünü haksız yere kısıtlayan” ve “protesto etmenin bazı meşru biçimlerini kriminalize eden” bir yasa olarak görüyor. Ayrıca, polise protesto gösterilerinde ve toplantılarda, başka şeylerin yanında, görevli memurların görüntülerini kaydetmek gibi şeyler yüzünden anında para cezası vermek de dahil geniş yetkiler verdi.
Ama, ifade özgürlüğü üzerindeki baskı, diğer yandan da, militan savcılar ve üst katmanları artan bir şekilde sadık Halk Partisi takipçileriyle doldurulan yargının oynadığı rol dolayısıyla mümkün olabildi. Aznar 1995’te iktidara geldiğinden beri, Halk Partisi amansız bir politikayla yargı sistemini sömürgeleştirdi; ilk önce, hayli siyasallaşmış sistemi, yüksek yargıçların tayin edilme sistemini ele geçirerek bunu yaptı, ki bu sistem başlangıçta Franko zamanından kalma hakimlerin etkisine tedrici bir karşı denge aracı olarak tasarlanmıştı.
Yargı hiyerarşisini tayin etmekle görevli gövde üyeleri doğrudan İspanyol parlamentosu tarafından beş yıllığına seçilen Yargı Genel Konseyi’dir. Yeni Konsey’in parlamentodaki oylamasında milletvekillerinin %60’ının oyu gerekmektedir, dolayısıyla hükümet ve muhalefet arasındaki görüşmelerde yeni Konsey’in çoğunluğunu daima hükümet partisi belirlemektedir. Ama, Halk Partisi, kendisi muhalefetteyken, yeni bir Konsey’in oylanması sırasında oylamayı defalarca bloke etti ve böylece suni olarak yargıçların atanması üzerindeki kontrolünü sürdürdü. Bu, ilk defa 2006-08 arasındaki iki yıldan fazla sürede ve sonra da 2018’den şu ana kadar olmak üzere iki defa oldu.
El Diario direktörü Ignacio Escolar, partinin nasıl finanse edildiğine dair artan yolsuzluk soruşturmalarına karşı yüksek yargıda kendisine sempati duyan hakimlere ihtiyaç duyan Halk Partisi için bu stratejiyi beka sorunu olarak görüyor. Ancak, yargı hiyerarşisinde Halk Partisi’ne bağlı isimlerin birçoğu İspanyol politikasında da artan bir şekilde müdahaleci rol almaya başladılar; sadece ifade özgürlüğünün sınırlarının Sol’un aleyhine olmasını sağlamak değil, aynı zamanda da mevcut ilerici koalisyonun önemli şahsiyetlerine karşı yasaları kullanarak kampanyalar sürdürüyorlar, en göze çarpanlar ise Podemos lideri Pablo Iglesias ve İçişleri Bakanı Fernando Grande-Marlaska.
Ne de yargının bu siyasallaşması, 2017’deki tartışmalı bağımsızlık referandumu üzerine dokuz Katalan liderin isyana teşvikten yargılanıp mahkûm edilmesinden (sivil toplum liderleri Jordi Sánchez ve Jordi Cuixart’ı da kapsayan inanılmaz ağır dokuz yıllık mahkumiyetler) ayrı görülebilir. Bağımsızlık hareketinin hiçbir şiddeti olmamasına rağmen bu dokuz lider bir “isyancı ayaklanmayı” teşvik etmiş sayıldılar. Dava başlamadan önce sızdırılan WhatsApp mesajlarında Halk Partisi’nin senato sözcüsü Ignacio Cosidó, partisinin, “perdenin arkasından [yargısal işlemleri] kontrol edeceğini” iddia ediyordu.
Bölünmüş koalisyon
Hasél’in tutuklanması tartışması İspanyol hükümeti içindeki bir diğer anlaşmazlığı daha ortaya çıkardı. Sosyalist İşçi Parti’li Başbakan Pedro Sánchez hükümetinin ifade suçları için hapis cezasını kaldıracağını ilan etti. Ama koalisyon ortağı Unidas Podemos böylesi suçları ceza yasasından tamamen kaldıran yasa tasarısının (pandemi yüzünden ara verilen) kabineye bir an evvel gönderilmesinde ısrar ediyor. Radikal sol parti, ayrıca, Hasél ve Valtónyc’in hükümet tarafından affı (şu anda adalet bakanlığı tarafından değerlendirilmekte) için de baskı yapıyor.
Geçtiğimiz haftalarda, Hasél’in davasından kraliyet içindeki yolsuzluklara kadar ülkenin karşı karşıya bulunduğu istisnai durumlara dikkat çeken Başbakan Vekili Pablo Iglesias, “İspanya’da tam demokratik normalleşme yok” diyerek tartışma yarattı. Partisi, ayrıca, bir video yayımlayarak programlarını ilerletmek için çabalarken karşılaştıkları kısıtlamalara işaret etti; sadece Sosyalist İşçi Partisi’nin ılımlı içgüdülerine değil, fakat onun arkasındaki İspanyol oligarşisinin gücüne ve derin devlete de.
Böyle söylemsel (diskorsif) bir hat bir sol radikal partinin hükümette olmasının kaçınılmaz çelişkilerine işaret ederek işe yarayabileceği gibi, gerekeni yapamamanın bir bahanesine de dönüşebilir. Unidas Podemos 2019 seçimlerine Sosyalist İşçi Partisi’ni taahhütlerinden sorumlu tutacağı sözünü vererek girdi. Şimdi, koalisyon tarafından farklı zamanlarda önerilen reformların daha da büyük aciliyetle ilerletilmesi gerekiyor; ister haberi yasaklayan yasaların geri çekilmesi, ister isyana teşvik yasalarının iyileştirilmesi, ister ifade özgürlüğü suçlarının yasalardan çıkarılması olsun. Yargı mevcut gücünü kaybetmeli.
22 Şubat 2021
28 Şubat 2021 Pazar
Mezopotamya'da Devletli Uygarlıkların Ortaya Çıkış Koşulları - Sibel Özbudun
i) Sulamaya dayalı tarım: Kanallar açarak sulama yolunda ilk girişimler Çatalhöyük ve 6. bin Samarra yerleşimlerinde görülmekle birlikte, yaygın kullanımını Ubaid döneminde bulmuştur. Sulamalı tarım,
aksi durumda çorak olan Güney Mezopotamya'da tarımı olanaklı kılmış ve üretkenliği büyük ölçüde arttırarak, üretime katılmayan bir toplumsal kesimi besleyebilecek bir artının oluşmasında etken olmuştur.
ii) Tarımda sabanın kullanılmaya başlanılması: Tarımda sabanın kullanıma girmesi, Mezopotamya'da büyükbaş hayvanların evcilleştirilmesi ve tekerleğin bulunması sonucunda devreye giren bir İÖ IV. bin buluşudur. Sulamayla birlikte tarımsal üretimde önemli bir artışa yolaçmış, ve az ileride göreceğimiz gibi, tarımsal faaliyetlerde (dolayısıyla da toplumsal değerler sisteminde) erkeklerin ön plana geçmesine zemin hazırlayan etmenlerden biri olmuştur. Tekerleğin bulunuşunun bir başka sonucu da, ulaşımda sağlanan kolaylık ve teknolojik/iktisadi/ toplumsal/ideolojik düzlemdeki yeniliklerin artan
bir hızla Ön Asya uygarlık alanına yayılması olmuştur.
iii) Kentlerin yüzölçümü ve nüfuslarında artış: Her ne kadar Jericho ve Çatalhöyük gibi, ticarete bağlı istisnaları varsa da, neolitik dönem boytunca uzun bir süre tipik köylerin 2-300 nüfuslu, istikrarlı
küçük yerleşim, birimleri olduğunu görmüştük. Neolitik köyde kaynaklar nüfusu besleyemez hale geldiğinde doğan kriz, genellikle köyden kopmalar ve yeni köy oluşumları yoluyla çözümlenmekteydi.
Oysa geç neolitiğin kentleri gerek yüzölçümü, gerekse nüfus bakımından geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde büyümüştür. Üstelik bu büyüme bir hayli hızlı ve süreklilik gösteren bir süreçtir. Örneğin
Güney Mezopotamya'daki Eridu'nun Ubaid 2 evresindeki (yakl. İÖ 4500) 4 hektardan, Ubaid 4 evresinde (yakl. İÖ 3500) 10 hektara genişlediği görülmektedir. Eridu'nun azamı nüfusu 2-4 000 kişi olarak hesaplanmaktadır. Yine Güney Mezopotamya'daki Warka (Uruk) yerleşimi, Uruk evresinde 80 hektara ve 10 000'i bulduğu hesaplanan bir nüfusa ulaşmıştır. Bu hızlı nüfus artışı, bir yandan geç neolitikte kent yerleşimlerinin kalabalık bir nüfusu besleyebildiğine işaret ederken, bir yandan da toplumsal örgütlenişte kimi köklü değişimleri göstermektedir.
iv) Yüksek ölçüde örgütlenmiş işgücü ve mesleklerde uzmanlaşma: Neolitik sonlarında yaygınlaşan mimarı yapıtlar (büyük tapınaklar, kamu binaları..[1]) üst düzeyde örgütlenmiş hiyerarşik yapılı
bir işgücüne, gelişkin bir planlama sürecine ve mesleksel uzmanlaşmaya işaret etmektedir. Örneğin Eridu'daki geniş Anu tapınak kompleksinin inşası için 7 500 kişilik bir işgücünün bir yıl boyunca çalışması gerektiği hesaplanmıştır. Bu işgücünün nasıl sağlandığı ayrı bir araştırma konusu olmakla birlikte, olasılıkla tapınakla yakından ilintili yöneticilerin çevre köylerde yerleşmiş nüfusu[2] ve/veya savaş esirlerini yılın belirli dönemlerinde (tapınak adına) zorunlu çalışmaya (corvé) tabi tutmuş olması, büyük olasılıktır[3]. Tekerleğin bulunuşuyla birlikte devreye giren çömlekçi çarkı, zanaatların tarımsal faaliyetlerden ayrılmasına, pazar için üretim yapan uzman bir çömlekçiler grubunun ortaya çıkmasına öncülük etmişe benzemektedir. Gerçekten de, Uruk evresi sonlarından itibaren keramik pazara yönelik bir görünüm almaktadır. Bir ayrıcalık halinde yaygınlaşan lüks tüketim malzemeleri (akik, türkuaz, ametist, laciverttaşı, agat, kuvartz, yeşimtaşı, zümrüt, diyorit, kantaşı, sabuntaşı, yılan taşı, fildişi ve deniz kabukları), taş kaplar, metal parçalar ve heykel, kabartma gibi sanatsal gelişmeler, bunları işleyen profesyonel sanatçıların varlığına işaret etmektedir. Öte yandan büyük tapınaklar, giderek güçlenen bir rahipler kastının varlığını gösterir.
v) Kurumsallaşmış hiyerarşi: Yukarıdaki gelişmeler (sulama sistemi, mesleksel uzmanlaşma, anıtsal yapılar, büyük tapınaklar ...) kurumsallaşmış bir hiyerarşiye işaret etmektedir. Gerçekten de, aktarılan
ölçüde karmaşıklaşmış bir toplumsal yapı, neolitik köyün kendine yeterli, içe-kapalı kolektivizminin sınırlarını aşar. Yerleşimlerin tapınak çevresinde örgütlenişi ve tapınakların ele alınan dönem boyunca gösterdiği tekbiçimlilik, en azından başlangıçta bu hiyerarşinin üst basamaklarında meşruluklarını ilahlardan alan ruhbanların bulunduğu düşünülmektedir. Gerçekten de, yazılı tarihin belgelediği erken hanedan dönemi irdelenirken görüleceği üzere, tapınak; Mezopotamya'nın ilk kentlerinde aynı zamanda iktisadı ve siyasal faaliyetlerin de merkezi durumundadır. Öte yandan, Redman'a göre:
"Tapınak görevli ve yöneticilerinin tapınağın emrindeki belirgin serveti paylaştıkları ölçüde, keskin bir farklılaşma daha Uruk döneminde ortaya çıkmış olmalıdır. Egzotik hammaddelerden imal edilen ve ince bir sanatsal işçilikle belirlenen statü nesnelerinin bolluğu, yüksek statülü bir sınıfa işaret eder. Bu nesneler yalnızca tapınak çerçevesinde dağıtılmış olsaydı, yüksek bir statü sınıfından çok güçlü bir kuruma işaret ederlerdi. Ancak, yüksek statü nesneleri tapınak çevresinde yoğunlaşmış olmakla birlikte buraya özgü olmadıkları için, dağılımları tapınaktan bir ölçüde bağımsız bir toplumsal tabakalaşmayı çağrıştırmaktadır."
Tapınağın dışındaki (ve olasılıkla ona rakip olan) bu yüksek hiyerarşi grubunun, gücünü Ön Asya'da giderek yaygınlaşan ticaretten aldıkları, düşünülebilir mi? Her durumda Larsen, Uruk tabletlerinin dökümünün düzenli, hiyerarşik bir topluma işaret ettiğini belirtmektedir: Bu listeler 'kral' ya da 'önder' işaretiyle başlayıp, 'yasa', 'kent', 'birlikler', sabanlar' ve 'arpa' dan sorumlu 'görevlilerle sürmektedir. Ayrıca bazı rahip sanları ve 'meclis başkanı' gibi bir san da bulunmaktadır. İzleyen bölümlerde meslekler ('demirci', 'gümüş ustası', 'çoban', 'ulak') başlarıyla birlikte sıralanmaktadır. İlk düzeyde basit zanaatler, ardından görevlilerinin 'genç' sanıyla anıldığı meslekler, ardından da 'kıdemli' sanıyla anılan meslekler gelmektedir. Tüm bunlar, merkezi bir tapınak yönetimine işaret etmektedir. Çoğunda BA (vermek, 'dağıtım') ve GI (iade etmek; 'gelir'?) anahtar sözcükleri
vardır. Bu, olgunlaşmakta olan (kast değilse bile) lonca sistemini düşündürür.
vi) Özel mülkiyetin ortaya çıkışı: Özel mülkiyetin arkeolojik kanıtı, mühürlerdir. Ve mühürlerin en azından Uruk döneminden beri yaygın biçimde kullanıldığı bilinmektedir. Özellikle Jemdet Nasr döneminde yaygınlaşan ve tapınma, dinsel geçitler, savaş ve av sahneleri ve hayvanların betimlendiği silindir mühürlerde ilah ya da yönetici gibi önemli figürlerin, diğerlerinden büyük olarak resmedildiği seçilmektedir. Mülkiyete dayalı toplumsal tabakalaşmanın bir başka göstergesi de mezarlık armağanlarıdır. Redman, Ubaid döneminde mezar buluntularında önemli bir farklılaşma gözlemlenmemekle birlikte, Jemdet Nasr döneminde farklılaşmanın belirgin bir hale geldiğini belirtmektedir. Öte yandan, Hallo ve Simpson, bu evrede büyükbaş hayvanların özel mülkiyetin karakteristik bir biçimini gösterirken tapınak gibi kamu binalarının da kolektif mülkiyeti belirlediğini söylemektedirler.
vii) Yazının bulunuşu: Mühürler, uygarlaşma sürecinin bir başka sonucuna daha işaret ederler: Yazı. Ortak, uzlaşımsal bir simgeler sistemi kurma yolundaki ilk girişimler, Uruk dönemi sonlarında ortaya
çıkar ve Jemdet Nasr evresinde yaygınlık kazanır. İÖ 3500-3000 arası, yazının Güney Mezopotamya'da yaygınlaştığı dönem olmuştur. Larsen, yazının kökeninde hesap tabletlerinin bulunduğuna işaret
etmektedir. Yine Larsen'e göre, yazının kökenini belki de iki bağımsız bölgede (Uruk ve Kuzistan'da Susa) tespit etmek olanaklıdır. Anu ve Eanna tapınaklarının bulunduğu Eanna bölgesinden çıkan 4000 kadar Uruk tableti'nin % 85'i iktisadı kayıtlara ilişkilidir, % 15'ini ise imlerin bir çeşit taksonomiye göre dizildiği okuma metinleri oluşturmaktadır. İlk yazılı tabletlerde anlatıya yer verilmeyişi dikkate değer. İÖ III. binin sonlarında ise yazı sistemi, bir depodan 1/ 4 kg.lık yün kaybını izleyecek kertede gelişmiştir. Bu, yazının; özel mülkiyetin, gelişkin bir hiyerarşinin oluştuğu Güney Mezopotamya'daki kentlerde etkin bir denetim sistemini biçimlendirdiğini göstermektedir.
viii) Kentlerin koruyucu ilahları, panteonların örgütlenişi: Bu devir Mezopotamya yerleşimlerinin tapınaklar çevresinde örgütlendiğini yukarıda görmüştük. Her tapınağın belirli bir ilaha adandığı, arkeolojik buluntulardan (heykel, kabartma vd.) anlaşılmaktadır. Ubaid dönemine tarihlenen Eridu tapınakları, sonraki Sümer tapınaklarının tüm unsurlarını içerir. Tapınaklarda, üzerlerindeki yanık izlerinden ve küçük hayvan kemiklerinden kurban ve sunular için kullanıldığı anlaşılan sunaklar bulunmaktadır.
Warka (Uruk)'daki, Uruk dönemine tarihlenen Eanna tapınaklar kompleksinin, sonraki Sümerlerin İnanna adıyla tapındıkları aşk (bereket) tanrıçasına adandığı kaydedilmektedir. Tapınak bölgesinde bulunan taş vazoda, yiyecek ve şarap sunusu taşıyan başları traşlı, çıplak erkekler kafilesi ve tanrıçaya yapılan sunular betimlenmiştir. Örgütlü panteonlara ilişkin daha kesin bilgiler için ise, yazının dinsel metinlerin kaydı için kullanılmasını beklemek gerekecektir.
Mezopotamya'da bu gelişmeler olagelirken, Anadolu'da belirgin bir gerileme izlenmektedir. Çömlekçi çarkı ancak İÖ 2000'lere doğru devreye girecektir. Anadolu kültürlerindeki canlanma, İÖ 2500'ten itibaren gözlemlenmektedir. Bu tarihlerde çevresi surlarla çevrili, site-devletler görülmektedir (Alacahöyük, Alişar, Kületepe... ) Bu dönemde Orta Anadolu'da Hatti, güneybatıda ise Luwi adı verilen halklar yaşamaktadırlar.
Notlar
[1] Daha Jericho (PPNB evresi)'da ortaya çıktığına tanık olduğumuz savunma sistemlerinin (surlar, gözetleme kuleleri ...) Jemdet Nasr döneminde dahi yaygın olarak görülmeyişi, Oppenheimer'ın uygarlığın kökeninde çoban-çiftçi çatışmalarının, yani fethin yattığı tezini, zaafa uğratmaktadır.
[2] Özellikle giderek gelişen; zenginleşen kentsel yerleşimlerin göçebe avcı-toplayıcı topluluklar ya da yerleşik, kendine-yeterli köy toplulukları için bir çekim merkezi oluşturduğu düşünüldüğünde.
(3) Gailey ve Patterson (1988) erken devlet biçimlerini tartışırken, akrabalık temelinde örgütlenmiş toplulukların emek ya da ürünlerini toplamayı haraç-temelli devletlerin ilksel biçimleri arasında sayar.
Sibel Özbudun, Ayinden Törene, Anahtar Kitaplar, 1997, s. 63-69
22 Şubat 2021 Pazartesi
Efsanelerin ve Halk Masallarının Dönüştürücü Gücü — Sharon Blackie
Efsaneler ve halk masalları kadim bir mirastır: İnsanların
bize hayat veren toprakla ve bizimle birlikte toprağı işgal eden insan olmayan
başkalarıyla binlerce yıllık etkileşiminin mirasıdır. Bu öyküler kendilerini
kalplerimize derinden eker ve orada kalır, çoğu zaman da arketipleri –kişisel
olanla evrensel olanı köprüleyen imgeleri– anımsattıkları için. Arketipler
anahtar gibidir, sahip olduğumuzu belki de asla bilmeyeceğimiz kadim, derin,
büyülü bir bilgeliğin kilidini açar. Ama bir öykünün vasıtası ile, arketipler
salt imge olmanın ötesine geçer: Enerji olur, hayatın karmaşıklıkları boyunca
bize rehberlik eden ve bize ne olabileceğimizi –ya da dünyanın gelişimine nasıl
katılabileceğimizi– gösteren yönergelerle yüklenir. Efsanebilimci Joseph
Campbell’in sözleriyle onlarda ‘insan ruhunu ileriye taşıyacak’ güç vardır.
İşte bu yüzden, bireyler ve gruplarla terapi çalışmamda en derinden dönüştürücü
tekniklerin, her zaman (efsane ve halk masallarıyla yaratıcı çalışmadan
temellenen) anlatı teknikleri olduğunu buldum.
Anlatısal psikoloji yaklaşımlarına göre hayat öykülenmiştir:
Tecrübelerimize anlam öykülerle verilir, kimliğimiz ve benlik duyumuz esasen
hem hayatımız ve tecrübelerimiz hakkında anlattığımız öykülerce hem de
kendimizi ve dünyada oynadığımız rolleri nasıl gördüğümüzü belirleyen öykülerce
şekillendirilir. Çoğu kez, hayatlarımız ve benliklerimiz hakkında işlevsiz
öyküler anlatırız: Bunlar büyümemizi, değişmemizi önler. Mesela, kendimizi
sadece birer kurban gibi görebildiğimiz öyküler, kendimizi hem eylem hem de
dönüştürülme gücüne sahip başkahramanlar gibi asla göremediğimiz öyküler
işlevsizdir. Hayatımıza yön veren ‘sorunla yüklenmiş öykü’ o kadar hakim
olabilir ki tecrübemizi başka herhangi bir yolla yorumlamamızı önler. Nijeryalı
yazar Ben Okri bunu güzellikle söyler: ‘Öyle ya da böyle, bize erkenden ya da
sonradan ekilmiş öyküleri yaşarız, yahut kendi kendimize –bilerek ya da
bilmeyerek– ektiğimiz öyküleri de yaşarız. Ya hayatlarımıza anlam veren ya da
onu anlamsızlıkla yadsıyan öyküleri yaşarız. Hayatımıza yön veren öyküleri
değiştirirsek, hayatımızı değiştirmemiz gayet mümkündür.’ Bir anlatı
psikoloğunun yeteneği, özünde, insanlara hayatlarına yön veren işlevsiz
öyküleri değiştirebilme yeteneğini öğretmektir. Tam olarak, hayatlarını yeniden
öykülendirme –ve böylece dönüştürme– yeteneğini öğretmektir.
‘Öyle ya da böyle, bize erkenden ya da sonradan ekilmiş
öyküleri yaşarız, yahut kendi kendimize –bilerek ya da bilmeyerek– ektiğimiz
öyküleri de yaşarız. Ya hayatlarımıza anlam veren ya da onu anlamsızlıkla
yadsıyan öyküleri yaşarız. Hayatımıza yön veren öyküleri değiştirirsek,
hayatımızı değiştirmemiz gayet mümkündür.’ Ben Okri
Öyküyle çalışmanın çok derinden dönüştürücü olabilmesinin
birçok nedeni vardır; işte birkaç tanesi.
— Öyküler anlatmak temel bir insanî faaliyettir – herkes
nasıl yapacağını bilir. Özünde anlatısal yaratıklarızdır.
— Öyküler güzeldir. Bizi etkiler ve hayal gücümüzü ele
geçirir.
— İçimizdeki bir şey efsane ve halk masallarındaki arketip
imgelerini içgüdüsel olarak anlar. Kemiklerimizin içinde, onları biliriz: Kötü
üvey anne, bilge yaşlı adam, koca kötü kurt, zaman zaman hepimizin kaybolup
gittiği karanlık orman.
— Öyküler zor durumlarda mesafe ve nesnellik edinmemize
olanak verir: Duyguları –derinden travmatik malzemeyi bile– yapıcılık ve
güvenle ifade edip soğurmak için mesafe edinmemize olanak verir.
— Öyküler sabitlenmiş değildir. Büyümeye müsaade eder çünkü
onlar da zamanla değişebilir.
— Öyküler özdeşim kurmamıza ve kendi hayal gücü
kaynaklarımızı kullanarak zorluklar karşısında yaratıcı ve biricik kişisel
yollarla baş etmemize yardım eder. Böylece dirayetimiz kuvvetlenir.
— Öyküler kendimiz ve başkalarının oynadığı rolleri
anlamamıza; birbirimizin yeteneklerine, farklarına, bazen de karşıt bakış
açılarına saygılı olmamıza yardım eder.
— Öyküler kargaşada anlam bulmamıza, karmaşık olanı
basitleştirmemize yardım eder. Senaryoyu anlamamıza ve oradaki rolümüze dair
içgörü edinmemize yardım eder.
— Öyküler engelleri aşılacak zorluklar gibi görmemize ve
(mesela bir kurbandansa bir kahramana daha yakışır) davranışlar seçmemize
yardım eder. Bize küçük bir kızın bile koca kötü kurtu zekasıyla alt
edebileceğini öğretir; karanlık ormanda kaybolmamak için yolumuza ekmek
kırıntılarıyla nasıl iz bırakacağımızı gösterir.
Hem yazar hem de anlatı psikoloğu olarak benim kendi
işlerim, Keltik ülkelerin efsanebilimi ve halkbilimi üstüne ömrüm boyunca
yürüttüğüm çalışmamdan beslenir. Bu olağandışıdır; bugün popüler medyada
yazılanların çoğu Grimm Kardeşler, Hans Christian Andersen, Perrault ve
başkalarınca toparlanmış kuzey Avrupa’nın peri masalları merkezi etrafında
döner. Jungcu arketip psikolojisi geleneğindeki çoğu terapi çalışması Yunan (ya
da Roma) efsanelerine odaklanmıştır, bunlar da basit, hoş ve temiz arketipler
çıkarmaya elverişlidir. Bilgelik arketipi tanrıça Athena; özlediğimiz vahşiliği
temsil eden Artemis/Diana; yurt ve yuva simgesi Hestia. Hangi tanrıçanın
‘içinde daha faal’ (bir terapist böyle diyor) olduğuna göre bir kadın meslekî
başarı kazanmaya daha bağlı olabilir, bir başkasıysa eş ve anne olmakla daha
çok tatmin sağlayabilir. [*]
Keltik efsane ve halkbilimi üstüne çalışmayı sevmemin tek
sebebi doğrudan doğruya kendi yerli kültürümden ve her gün yürüdüğüm
topraklardan doğmuş olmaları değil – daha çok, Klasik efsane ve öykülerin
aksine, öyle kolay kategorileştirmelere elverişli olmamaları. Bizim eski
efsanelerimiz inanılmaz karmaşıktır: Hem yapısal hem de ahlakî anlamda. Keltik
efsane ve arketipler üstüne çalışmamın esas sebebi, derinden ataerkil Yunan ve
Roma uygarlıklarının aksine, gücü kadınlara vermeleridir. Bizim yerli Keltik
efsanebilimimizde, kadınlar toprağın muhafızları ve koruyucularıdır,
Öbürdünya’nın bütün ahlakî ve ruhanî yetkesini onlar taşırlar.
Ben de o zaman ortaçağ Galler’inin Blodeuwedd masalının
karmaşıklıklarına dalmak isterim: Sırf insan eş alması yasaklanan bir adama eş
olması maksadıyla erkeklerin çiçeklerden yarattığı Blodeuwedd. Kendi aşkını,
kendi hayatını seçme günahı yüzünden (bir erkeğin) lanetleyip baykuşa çevirdiği
Blodeuwedd. Kocasını öldürerek o özgürlüğe erişmeyi planlayan Blodeuwedd. Yok –
bu öyküde kolay cevaplar yok. Ama hayatta da kolay cevaplar yok.
Ben hepimizin içinde yaşayan deli kadın Mis ile çalışmak
isterim: Erkeklerin korkunç savaşlarından ve kendi babasının ölümünden kaçan ve
ormanlarda vahşileşip kederlenen Mis. Uzuvları kürklenen, keçe gibi vahşi
saçlarıyla, keder ve çaresizlikten dili tutulan Mis imgesi, yeşil ormanın
açıklıklarında geyiğiyle hafif hafif gezinen güzel Diana’nın pastoral Romalı
imgesine kıyasla çok daha derinden titreştirir beni.
Ben toprağı yaratmış ve şekillendirmiş Yaşlı Kadın Cailleach
ile çalışmak isterim: Dağ doruklarında deli gibi dans eden, asasını yere vurarak
düştüğü her yere kış getiren Cailleach. Ormanların mahvolması ile kederlenen ve
vahşi şeyleri gayretkeş avcıdan korumaya çabalayan Cailleach. Bugün benim
tanıdığım kadınları yansıtan arketipler bunlardır; bu zamanlarda gerek duyulan
arketipler bunlardır. Öykünün dönüştürücü gücü sonsuzdur; yerli
efsanebilimimizin gücü ve derinliği sonsuzdur. Hepimizin ondan yararlanmayı
öğrenmemizin zamanı gelmiştir.
[*] Bu yaklaşımın tipik örneği Jean Shinoda Bolen gibi
Jungcu terapistler ve Herkadındaki Tanrıçalar [Goddesses in Everywoman] gibi
kitaplardır.
Kaynaklar:
Blackie, S. 2016. If Women Rose Rooted: the Power of the
Celtic Woman. [Kadınlar Köklü Yükselirse: Keltik Kadının Gücü] London:
September Publishing.
Campbell, J. 1972. Myths to Live By. [Hayata Yön Veren
Efsaneler] New York: Viking.
.yersizseyler.wordpress.com.
Türkçesi: Işık Barış Fidaner
20 Şubat 2021 Cumartesi
BAHTİYAR KÖPEK – SABAHATTİN ALİ
Niçin hep acı şeyler yazayım? Dostlar, yufka yürekli dostlar bundan hoşlanmıyorlar. -Hep kötü, sakat şeyleri mi göreceksin?- diyorlar. -Hep açlardan, çıplaklardan, dertlilerden mi bahsedeceksin? Geceleri gazete satıp izmarit toplayan serseri çocuklardan; bir karış toprak, bir bakraç su için birbirlerini öldürenlerden; cezaevlerinde ruhları kemirile kemirile eriyip gidenlerden; doktor bulamayanlardan; hakkını alamayanlardan başka yazacak şeyler, iyi güzel şeyler kalmadı mı? Niçin yazılarındaki bütün insanların benzi soluk, yüreği kederli? Bu memlekette yüzü gülen, bahtiyar insan yok mu?-
Hiç olmaz olur mu? Arayıp, bulup görmek lazım. Bunun için de kenarı köşeyi araştırmak istemez. Her şey apaçık ortada, göz önünde. Sade güler yüzlü, bahtiyar insanlar değil, bahtiyar köpekler bile var. Ben de karar verdim, bu sefer açlıktan, ızdıraptan, nefretten değil... rahattan, tokluktan, sevgiden bahsedeceğim.
Oturduğum semtin sokakları geniş ve asfalt. Her biri bir fakir çocuğun liseyi bitirinceye kadar okumasına yetecek masraflarla yetiştirilen bodur çamlar, caddeye gölge vermese bile güzellik veriyor. Sabahları yaya kaldırımında şık giyinmiş genç anneler, renk renk çocuk arabalarında al yanaklı, gürbüz, iyi beslenmekten yüzlerine bön bir rahatlık ifadesi gelmiş çocukları gezdirirler. Çeşitli oyuncaklarını ipekli örtülerinin üstüne seren, bir eliyle çıngırağını sallarken ötekiyle uzun bir düdüğü ağzına götüren bebeklerin yanında, bukleli saçlarını savura savura annelerine bir şeyler anlatan biraz daha büyücek çocuklar yürür. Ara sıra genç annelerin birkaçı yan yana gelir, tatlı tatlı konuşur ve çocuklara bakalak olmak işini, dört beş adım gerilerden gelen temiz kıyafetli beslemeye bırakırlar. Yolun kenarındaki küçük parkın kum bahçesinde miniminiler kovaları, kürekleri ile saraylar, nehirler halk eder, sonra bir yumrukta yıkarlar. Bir kenardaki kanepede beyaz başlıklı bir mürebbiye yabancı dille bir kitap okur. Başörtülü bir hanım, ağlayan torununu avutur, başka bir kanepede üç dört şirin anne yün örüp ahbap çekiştirir. Her şey aydınlık, her şey rahattır. Yalnız hepsinin yüzünde garip bir can sıkıntısı ifadesi vardır. Elle tutulamayacak kadar ince, asla yırtılmayacak kadar sağlam bir ağ halinde onları saran bu can sıkıntısı, biraz dikkat edince, kahkahalarda boş bir çınlama gözlerde soğuk bir alakasızlık halinde kendini gösterir. Söyleyen de, dinleyen de o anda başka bir şey düşünüyor gibidir, hâlbuki hiçbir şey düşünmezler. Ama bundan şikâyetçi değildirler; hatta canları sıkıldığının bile farkında değildirler. Boş da olsa gülerler ve hallerinden memnun olmasalar da, hayatlarında bir değişiklik istemezler.
Yakası kapalı kahverengi çuha elbisesinden bir odacı, bir kavas, yahut kibar bir evde uşak olduğu anlaşılan genç, iriyarı, yakışıklı bir adam bu caddede her sabah küçük bir köpek gezdirir. Açık kahverengi tüyleriyle uzun kulakları yerlere kadar sarkan ve yüksekliği bir karıştan fazla olmayan köpek, meşin tasmasına bağlı yine meşinden örme bir yuların arkasından tıpış tıpış gider. Adam yürüyüşünü köpeğinkine uydurmuştur. O biraz duraklayacak olsa kendisi de bekler. Köpeğin keyfi yerine gelip tekrar yürümeye başlayınca o da yürür.
Serince havalarda köpeğin üzerinde kenarları lacivert şeritli kahverengi çuhadan güzel bir hırka vardır. Hayvanın dört bacağından geçip karnında düğmelenen ve sırtında kalıp gibi yapışmasına bakınca usta bir terzi elinden çıktığı anlaşılan bu hırka pırıl pırıl fırçalanmıştır. Köpeğin, tüyleri de güneşte tertemiz parlar.
Hayvan, masum bir ihtiyacını gidermek için yolun kenarındaki ağaçlardan birinin dibine sokulunca, on dönüm tarlayı bir günde yorulmadan çapalayacak kadar kuvvetli görünen uşak, yahut odacı, yahut kavas, efendisinin köpeği işini bitirinceye kadar hürmetle bekler. Sonra yine ağır ağır yollarına giderler. Bu hırkalı köpek, yoldan geçen başka köpeklerin hırlamasına cevap vermez; hatta sahibi tarafından tasması çözülmüş irice bir köpek dövüşmek için bağıra bağıra yanına sokulsa, üstüne atılmaya kalksa bile, o aldırmadan yoluna gider. Onun yerine uşak işe karışır: Bağırır, tekme savurur. Saldıran köpekler birkaç tane olursa efendisinin köpeğini kucağına alır, hırkasında, tüylerinde tozlanmış, kirlenmiş yerleri siler. Bu sırada gözlerinde hiç saklayamadığı bir korku vardır: Köpek her tehlikeden uzak olduğuna emin, aşağıya doğru bakar, yalanır, uzun tüylü kuyruğunu oynatırken, uşak acaba hayvana bir şey oldu mu diye telaş içinde onun her tarafını yoklar.
Köpeği gezdiren bu adamı bir gün kasapta gördüm. Sıra sıra asılmış kuzuların içine bakıyordu. Nihayet bir ciğer takımı beğendi:
-Şunu tart!- dedi. Parayı sayarken kasapla ahbaplığa başladı: -Ne diye kuzunun karaciğerini ayrı satmazsınız, aklım ermez. Bizim köpek akciğer, yürek filan yemiyor. Karaciğeri de güzelce pişiririz de ondan sonra önüne koruz. İçine bir lokma akciğer katsak ağzını sürmez, olduğu gibi bırakır. Midesine dokunuyormuş. Geçende muayeneye gelen baytar söyledi... Hayvan ama aklı eriyor; köftesine biraz sığır eti karışsa onu bile anlıyor. Allah'ın işine akıl ermez ki...-
Sonra bütün takımı sarmak üzere olan çırağa döndü: -Duymadın mı be! Hepsini sarma. Karaciğeri ayır, ver... Öbürlerini at bir kenara!-Paketini alıp çıktı...
Başka bir gün bu uşağı geniş, çiçekli bir bahçenin kapısı önünde, kucağında sıcak, yumuşak bir battaniye tutarken gördüm. Kocaman bir otomobile binmek üzereydi. Kucağındaki şeyin kımıldadığını, içinden sesler geldiğini fark edince dayanamadım, sokulup sordum:
-Ne o? Köpeğe bir şey mi oldu?-Uşak beni şöyle bir süzdü:
-Yok, elhamdülillah bir şeysi yok!.. Bugün üç beş kere öksürdü. Baharları hep olur, ama hanım telaş etti. Hayvan hastanesine götürüp bir baktıracağım- dedi.
Sonra hayvanı bir yere çarptırmamak için dikkat ederek otomobile bindi. Koskocaman araba hızla uzaklaştı...
Geçen gün bu uşağı aynı geniş bahçeye girerken gördüm. Bu sefer ince burunlu, beyaz tüylü bir köpeğin ipini tutmuştu. Yanında kıyafeti kendine benzeyen başka biri daha vardı. Yine merak ettim:
-Ne oldu?.. Köpeği değiştirdiniz mi?- diye sordum.
Adam beni süzdü; geçenlerde köpeğin hastalığını soran meraklı olduğumu hatırlamadı ama cevapsız bırakmadı:
-Hiç değiştirilir mi?- dedi. -İçerde, kulübesinde; bak, sesi geliyor!-
Büyük köşkün biraz ötesinde, bahçıvan odası büyüklüğünde, filizi boyalı şık bir kulübeden sahiden kesik kesik havlamalar geliyordu.
-Nasıl oldu- dedim, -sizin köpek havlamazdı!-
-Eh, şimdi kızgınlık zamanı... Dişi istiyor!- diye cevap verdi. Sonra yanındakinin yüzüne bakıp gülümsedi: -Nefis bu, isteyince hayvan da olsa kendine hükmedemiyor. İyice huysuz-landı. Hanımefendi hemen otomobili baytara koşturdu. Ama dedim ya, derdi buymuş... Hani bizimkine layığını bulmak da kolay olmadı. Hanımefendi soysuz köpekle istemem, huyu bozulur, dedi. Bütün köşkleri dolaştım, ona göresini buluncaya kadar canım çıktı...- İpini elinde tuttuğu uzun beyaz tüylü, ince burunlu köpeği yanına çekerek devam etti: -Ama bak! Kendisine layık, soylu bir hayvan. Duruşu bile kibar. Bizim beyefendi arkadaşın beyefendisiyle konuştular, münasip gördüler. Bir ben oraya götüreceğim, bir o bize getirecek.-
Parmaklıklı bahçe kapısını dirseğiyle itti, arkadaşına:
-Gel bakalım, birbirlerinden hazzedecekler mi?- dedi.
Nazlı bir gelin gibi süzüle süzüle yürüyen saçaklı, beyaz köpekle beraber içeri girdiler.
Ah, ben hayvanları çok severim. Bütün canlı mahlûkları, hayatı, güzelliği, saadeti severim. Bahtiyar bir köpek bile benim içimi sevinçle dolduruyor. Ben karanlık şeylerden bahsetmek için dünyaya gelmemişim. İçim tatlı, sıcak, neşeli şeyler anlatmak isteğiyle yanıyor.
Hele cümle alem bu köpeğin onda biri kadar rahata kavuşsun, bakın ben bir daha acı şeylerden söz açar mıyım!
1946
#sabahattinali #öykü #bahtiyarköpek
16 Şubat 2021 Salı
Vatansız dünyalılar: Romanlar (Çingeneler) – Şamil Kazbek | 1994
Afrikalı büyük devrimci Franz Fanon sömürge halklar için “Yeryüzünün Lanetlileri” deyimini kullanır. Bu deyim tüm ezilenler içerisinde herkesten çok Romanlar için geçerlidir. Romanlar tüm dünyada ezilenlerin en alt kesimini oluştururlar. Onlar, her yerde yabancıdır, istenmeyendir, sığıntıdır. Bu durum Batıda da Doğuda da böyledir. Gelişmiş ülkelerde, azgelişmiş ülkelerde, Müslüman veya Hristiyan toplumlarda velhasıl tüm dünyada onlara yer yoktur. Her yerde horlanır ve aşağılanırlar. Kapitalizmin tüm baskı ve ezgisinin bütün biçimlerini katmerli olarak üzerlerinde hissederler. Sınıfsal olarak emekçi ve yoksul oldukları için ezilir ve sömürülürler. Emekçi kesimlerin en alt kesimidirler. Daha katlı bir sömürü ve ezilmedir onlarınki. Etnik kimliklerinden kaynaklı Çingene olarak her yerde ezilir ve baskı görürler. Onlar diğer sömürülenler tarafından da aşağılanır ve hor görülürler. Onlar kelimenin tam anlamıyla “Yeryüzünün Lanetlileri”dirler.
Konumuzun esasını oluşturmamakla birlikte kimdir bu Romanlar? Nereden gelmişlerdir? Niçin sürekli gezerler vb. sorulara çok kabataslak olsa da bakmak gerekiyor.
Romanların kökeni ve tarihi ile ilgili çeşitli iddialar var. En çok kabul gören 2. yüzyılda Hindistan’ın Kuzeyinden başlayan göç dalgalarıyla önce Ortadoğu’ya ardından tüm Avrupa’ya yayılmışlardır. Bunun yanında Ortaçağ Avrupası’nda yaşanan acımasız din ve mezhep savaşları sonucunda yurtlarından koparılıp sürülenler veya katliamlardan arta kalan ve kendilerini göçer durumda bulan büyük toplulukların zaman içerisinde Romanlara katıldıkları bilinmektedir. Yine 13-14 ve 15. yüzyıllarda Kafkasya’dan, Mısır’dan ve Girit adasından kovulan ve çeşitli ülkelere dağılan gezginci toplulukların zaman içerisinde Romanlaştıkları sanılmaktadır.
Bütün dünyada Romanlar Hint-Avrupa dil gurubuna ait olan Romanca’yı konuşurlar. Yazılı kaynakları olmayan bu dil çok inatçı bir biçimde bütün dünyadaki Romanlarca bugüne kadar korunabilmiştir. Romanlar ayrıca gezdikleri birkaç ülkenin dillerini de çeşitli düzeylerde konuşurlar. Örneğin tüm Balkanlardaki Romanların büyük çoğunluğu (Osmanlılığın bir devamı olsa gerek) Türkçe bilirler. Romanların müziği de yazılı kaynaklara dayanmamasına rağmen hemen tüm ülkelerde benzer temalara sahiptir. Yine ekonomik gelişim düzeyleri ve üretim biçimleri birbirine yakındır. Tüm ülkelerde Romanlar benzer meslekleri yapar ve ortak zanaatlara sahiptir.
Romanlar, vatansız sınır tanımayan özgür dünyalılardır. Devletler, sınıflar, ulusal yükümlülükler onlar için bir anlam ifade etmez. Kondukları ve gezdikleri her doğa parçasını kutsal bilirler ve asla hor kullanmazlar. Geçtikleri yerlerdeki halklar tarafından her türlü haksızlığa maruz kalmalarına rağmen hiçbir halka karşı özel bir düşmanlık duymazlar. Her halkın kültüründen bir şeyleri alarak onları dünya üzerindeki farklı ülkelere olduğu gibi yaşadıkları ülkenin farklı yörelerine de taşırlar. Mevsimlere göre belirlenmiş geniş bir bölgede devlet sınırları tanımadan gezerler. Bu göç çizgisi boyunca yerleşik halkların taleplerine uygun olarak çok çeşitli el zanaatları ürünlerini satar ve çeşitli meslekleri yaparlar. Genellikle yok olmakta olan mesleklerin en son temsilcileridirler. Kalaycılık, bakır eşya, tamircilik, lehimcilik, sepetçilik, elekçilik vb. işleri yaparlar. Kadınlar falcılık, dilencilik yanında şarkı söyler ve dans ederler.
Romanlar dünya üzerinde sınır tanımayan özgür topluluklar olduğu kadar, toplum olarak kendi içlerinde de oldukça özgür ilişkilere sahiptirler. Kadın erkek ilişkileri son derece gelişkin ve eşitlik üzerine oturmuştur. Hatta kabile veya aşirete dayalı ortak topluluğun en saygın ulu kişisi topluluğun en yaşlı kadınıdır. Hemen hemen toplulukla ilgili tüm önemli kararları almadan önce bu ulu kadına danışırlar ve onayını alırlar. Kadınların topluluk içerisindeki örgütlülükleri ve aile bütçelerine katkılarından dolayı oldukça güçlü bir otoriteleri vardır.
Romanlarda aile kurumunun karşılığı olan bir kelime yoktur. Klasik çekirdek aile yapısına sahip olmalarına rağmen tüm topluluk bir aile gibidir. Ve topluluk içerisinde bu geniş aileler toplumun tek bir ailede görülen dayanışma ve paylaşım ilişkilerine sahiptir. Çeşitli dönemlerde Çingene krallardan bahsedilir. Ancak hiçbir dönem Çingenelerin ortak bir kralı olmamıştır. Her kabilenin kendi içerisinde seçtiği reisleri vardır. Reisler yaşlılardan oluşan bir danışma merkezi benzeri yaşlılar meclisiyle birlikte kararlar alırlar. Danışma meclisi etkili bir yürütme organı durumundadır. Oldukça gelişkin geleneklere dayanan bir hukuk sistemi ve çok etkili mahkemelere sahiptirler. Topluluk içerisindeki tüm anlaşmazlıklar ve sorunlar bu mahkemeler vasıtasıyla etkin bir biçimde karara bağlanır. Mahkemeler, tüm üyelere açık tartışmalı toplantılarda alırlar. Mahkemelerin kararları, gücünü topluluğun ortak iradesinden alan etkili bir uygulama mekanizmasına sahiptir.
Dünyanın bu özgür insanları kendilerini “Rom” olarak adlandırır. Ancak hiçbir ülkede böyle çağrılmazlar. Her dilde bizdeki Çingene sözcüğüne denk düşen, içinde güçlü bir hor görmeyi taşıyan değişik isimlerle anılırlar. Birçok dilde Çingene sözünün karşılığı cellat anlamını taşır. Geçmişten beri yerleşik halklar tarafından, yanı başlarına konup göçen bu gezgin topluluklar tam anlamıyla “günah keçisi” muamelesi gördüler. Bu durum hemen hemen yeryüzünde gezmeye başladıklarından bu yana böyle süregelmiştir. Yerel halkların tümü için Çingeneler potansiyel suçlulardır. Hiçbir şekilde güvenilmez ve itimat edilmez kimselerdir. Yürekleri ve beyinleri dumura uğratan bir önyargıyla hor görülür ve suçlanırlar. Hırsız, pis, tehlikeli ve uğursuz olarak kabul edilirler. Bu durum her zaman Romanlara karşı toplu saldırılar için zemin hazırlamıştır.
Özellikle gerici ve faşist ideolojilerin tümünde düşman görülenler, Çingene olmakla suçlanırlar. Çingene olmak baskı görmek ve yok edilmek için yeterli bir sebeptir. Irkçılığın ve faşizmin yükseldiği her ülkede Yahudilerle birlikte Çingeneler de katliama uğramıştır. Bütün dünya Yahudi katliamlarını bilir ama Çingene katliamından kimse söz etmez. Aynı vurdumduymazlık ve bilgisizlik ilerici kesimler için de geçerlidir. Faşizmin yükseldiği dönemde Yahudilerle birlikte 500 bin ila 1 milyon arasında Çingene Hitler tarafından yok edilmiştir. Ancak bu katliamdan hemen hiçbir kaynakta çok fazla söz edilmez. Katledilen Yahudiler için özür dilenmiş, tazminat ödenmiştir. Çingeneler için bunlar söz konusu dahi edilmez.
Yerleşik halklarla Romanların ahlak ve adalet kavramları arasında büyük farklar vardır. Romanlar kendi içlerinde güçlü bir sosyal adalet anlayışına sahiptir. Kendi içlerindeki ilişkiler, dışa karşı geçerli değildir. Yerleşiklerin yasalarını da, geleneklerini de kabul etmezler. Yerleşiklerin gelenekleriyle de değerleriyle de alay ederler. Geleneksel ahlak değerlerine ve adalet anlayışına karşı saygısız tavırlarda bulunurlar. Bu durum sürekli aşağılanmalarına bir tepki olarak ortaya çıkar. Öte yandan birçok konuda özgür ve serbest Roman davranışları yerleşikler tarafından saygısızlık olarak algılanmaktadır. Bir yanı yoksulluk ve sefaletin sonucu olan yırtık ve kirli giyim kuşamı bir yanıyla da yerleşik topluluklara karşı bir tepkiyi içinde taşır. Yine düzensiz davranışlar, gürültülü ve küfürlü konuşmalar bu tür tepkisel davranışlardır. Yerleşik toplumlara benzememek, onlardan her konuda farklı olmak gibi kendi kimliklerinin ifadesi olan birçok sembol ve davranış biçimlerini hep korurlar.
Romanların ahlakı ikili bir özellik gösterir. Kendi içlerinde yasak olan birçok şey dışa karşı meşrudur. Yerleşik topluluklar Romanlara karşı ikiyüzlü davrandığından ve onların hiçbir hakkını korumadığı için, Romanlarda yerleşiklere karşı biçimde karşılık verirler. Yerleşik topluluklara karşı çok güçlü bir iç örgütlülüğe sahiptirler. Yasadışı ketum bir iç dayanışma şeklinde dışa karşı her türlü kazanç yolunu meşru kabul ederler. Dıştan gelen her türlü saldırıya karşıda kendiliğinden gizli bir örgütlülük temelinde çok güçlü koruma yöntemleri geliştirirler. Her türlü yasadışı yollarla kazanç temin ederler. Bu durum yerleşik toplulukların onları içine ittikleri koşulların zorunlu sonucudur.
Romanlar inatla kendi kimliklerini ve dışa karşı kapalı yapılarını korumaya çalışmalarına rağmen dış dünyadaki gelişmelerden çok yönlü etkilenmektedirler. Bunun en belirgin sonucu giderek gezginliğin yerini yarı yerleşik veya tümüyle yerleşik hayata bırakmasıdır. Tüm dünyada benzer bir süreç yaşanmakta ve gezginci Romanların sayısı hızla azalmaktadır.
Yerleşik hayata geçen Romanların hem toplumsal hem ekonomik sorunları daha da ağırlaşmaktadır. Yerleşiklikle birlikte horlanma ve aşağılanma azalmaz, süreklileşir. Ekonomik sıkıntılar daha da artar ve yoksulluk derinleşir. Yerleşikliğe geçenler genellikle büyük şehirlerin kenarlarında, bataklıklarda, araba mezarlıklarında, çöplüklerin yakınlarında, kirli sanayi çevrelerinin yakılarında yerleşmek zorunda kalmışlardır. Buralar her türlü sağlık koşullarından yoksun, kanalizasyon su vb. hizmetlerinin yetersiz olduğu, çeşitli hastalıklara açık olan yerlerdir.
Tam yerleşikliğe geçenler, büyük şehirlerin gettolarında toplanmışlardır. Bu bölgeler genellikle her türlü yasadışı işlerin merkezi durumundadır. Zaten şiddetli biçimde horlanan Romanlar aynı zamanda devlet ve kolluk kuvvetlerinin keyfi baskılarının hedefi durumundadır. Romanlar hiçbir zaman askerliğe ısınmamıştır. Askerlikle birlikte eğitim ve okulu da reddederler. Okula giden Roman çocukları okulda sürekli aşağılanma nedeniyle eğitimi yarıda bırakırlar. Eğitim düzeyi çok düşüktür. Roman çocuklarının okula gitmemesinin diğer bir nedeni de ebeveynlerinin çoğunluğunun işsizliğin pençesinde kıvranmasıdır. İşsizliğin en yaygın olduğu kesimlerin başında Romanlar gelmektedir. Çalışanlar ve iş bulabilenler de en pis ve kötü kimsenin yapmadığı işlerde çalışırlar. Fabrika işçiliği, hizmet işleri ve devlet dairelerinde zaten onlara iş verilmez. Onlar genellikle eğlence dünyasında müzik grupları oluşturur veya gittikçe azalan kendi el sanatı ürünlerini satarlar. Kadınlar bohçacılık, işporta ve çiçekçilik yapar. Toplu olarak çöplerden atık toplayıp satarlar.
Cehalet, aşırı yoksulluk, pislik içindeki sağlıksız konutlar, işsizlik yanında sürekli devlet baskısı ve çevrenin sürekli horlaması yerleşikliğe geçen bu özgür toplulukları tam bir imhanın eşiğine getirmiştir. Bu toplumsal ve sosyal koşulların sonucu Romanlarda sigara, alkol ve her türlü uyuşturucu bağımlılığı çok yaygındır. Modern kapitalizm bu özgür insanları fizik ve moral olarak maddi ve manevi anlamda her geçen gün çöküşe sürüklemektedir. İçinde yaşadıkları toplumdan tümüyle izole edilmiş, felaketin pençesinde kendi kaderine terk edilmiş bu topluluklara emekçi olmak, emeğini satacak bir iş bulmaları bile çok görülmektedir. Kapitalist sistem kendi ezilenlerini şovenizmle şartlandırarak sık sık bu yoksul insanlara karşı kışkırtır. Kışkırtılmış insanlar emekçi olmanın bile çok görüldüğü bu topluluklara sürekli baskı ve zorbalık uygularlar. Böylece kendi üzerlerindeki baskı ve sömürüyü katlanılabilecek bir mefhummuş gibi görebilecekleri bir algı geliştirirler. Romanlara bakıp kendi hallerine şükrederler.
Türkiye Romanlarının Sorunları
Türkiye’de yaşayan Romanların sayısı bilinmemekle birlikte oldukça yoğun bir Roman nüfusu yaşamaktadır. Türkiye’deki Romanların küçük bir kısmı hala göçerliği sürdürmektedir. Ancak tüm dünyada olduğu gibi göçerler her geçen gün azalmaktadır. Göçerlikle yerleşiklik arasında kalan yarı göçebe bir kesimde mevcuttur. Yarı göçebe Romanlar yılın belli mevsimlerinde, belli yerlere gezginci olarak gider ve geleneksel mesleklerini icra ederler. Daha sonra tekrar belirli sabit ikametlerine dönerler. Yarı göçebelerin belirli sabit ikamet ettikleri yerler vardır ve asıl geçimliklerini yaşadıkları yerlerde kazanırlar, gezgincilik ek bir faaliyettir. Türkiye’de yaşayan Romanların ezici çoğunluğunu yerleşikler oluşturmaktadır. Bizde asıl olarak yerleşik Romanların sorunlarını inceleyeceğiz.
Türkiye’deki Romanlar yukarıda bahsettiğimiz dünyanın farklı ülkelerinde yaşayan Romanların yaşadığı sorunların katmerlisini yaşamaktadırlar. Dünyada Roman olmak zordur. Ancak Türkiye’de Roman olmak çok daha zordur. Türkiye emekçi yığınları ırkçı-şoven şartlanmalar sonucu yabancı, güçsüz, zayıf olan topluluklara karşı inanılmaz önyargılarla doludur. Resmi ideolojinin kirlettiği toplumsal bilinçte zayıf ve güçsüz olana, bizden olmayana bırakalım saygı göstermeyi, yaşam hakkının kabul görmesi bile zordur. Zaten emekçi yığınlarının kendisi de yoğun bir aşağılanmayı hep yaşamaktadır. Türkiye kadar emeğin ve emekçinin aşağılandığı, horlandığı çok az ülke vardır. Kendisi de sınıfsal konumundan dolayı horlanan kitleler, kışkırtılmış şovenizminde etkisiyle adeta kendi horlanma ve sefaletlerinin intikamını alırcasına ve daha zayıf ve daha güçsüz olan topluluklara karşı, özellikle de Çingenelere karşı kin ve düşmanlık gütmektedir. Nitekim bu düşmanlıklar sık sık saldırganlık biçiminde eyleme dönüşmüştür.
Türkiye’de yaşayan Romanların içinde bulundukları koşulları daha iyi tanımak için, Türkiye toplumunun yabancı ve zayıf topluluklara karşı düşünce ve davranış biçimlerini kavramak gerekir. Çok bilinen bir örnek vardır. Patron müdürünü azarlar, o hızla ustabaşını haşlar, ustabaşı işçiye hakaret eder, hakarete uğrayan işçi hırsını kimseden alamazsa akşam evde karısını döver. Bunun gibi Türkiye toplumunun değişik kesimleri hiyerarşik olarak kendisinden zayıf ve güçsüz kesimleri sürekli aşağılar, hor bakar. Horlananların tümü hıncını alacak başka kimseyi bulamazsa topluca hıncını Çingenelerden alır. Kelimenin gerçek anlamıyla Çingeneler kitlesel ırkçı saldırılara hedef olurlar.
Anadolu’nun birçok şehir ve kasabasında Roman mahalleleri vardır. Bunların büyük çoğunluğu şehir ve kasabaların hemen yanıbaşında yer alırlar. Bu durum şehirdeki yerleşiklerin, Romanları ilk yerleşim döneminde kendi yerleşim alanlarına kabul etmemesinden kaynaklı ortaya çıkmıştır. Özellikle büyük şehirlerde hızlı büyüme ile birlikte bu çeper Roman mahalleleri şehrin merkez bölgeleri haline gelmiş ve büyük bir değer kazanmıştır. Etrafları büyük iş merkezleri ve apartmanlarla çevrili bu derme çatma kulübeler şehrin bir nevi mafyası durumundaki çoğu iktidar partisinin yerel yöneticisi, emlakçı, müteahhit, komisyoncu çetelerin iştahını kabartır derecede rant vaat etmektedir. Bir çok şehirde devlet desteği yetmezse çevre halkı kışkırtılarak bu yoksul insanlar yerinden yurdundan kovulmuş ve buralara zorbaca el konulmuştur.
Benzeri bir saldırı yakın tarihte Adana’da yaşanmıştır. Adana’da Conolar olarak bilinen Roman topluluğu akıl almaz kanunsuzluklarla, tam bir devlet terörüyle bulundukları bölgeden atılmıştır. Tümüyle yerel sermayedarların ve polisin planlı saldırılarıyla karşılaşan Conolar yerlerini korumak için şiddetli direniş gösterdiler. Polisin sürekli ve sistemli baskıları, işkence ve toplu tehditleri, kadınlara sarkıntılık yapması, topyekün taciz sonucu isyan eden Conolar birkaç polisi öldürdüler. Aynı çatışmalarda Conoların ileri gelenleri de öldürüldü. Devlet baskısı daha da artmasına rağmen Conolar direnişlerini sürdürerek yerlerini terk etmediler. Çaresiz kalan devlet ve mafya çeteleri, çevredeki halkı örgütleyerek ve kışkırtarak bu yoksul ve direngen insanların üzerine saldırttı. Kışkırtılmış kalabalıklar kitlesel olarak Conoları tam bir kuşatma altına aldı. Burjuva Medya tarafından olaylar kamuoyuna “ahlaksız, hırsız, cani, konumsuz Çingenelere” karşı öfkeli halkın tepkisi olarak yansıtıldı.
Adana’daki olaylar aylarca devam etti. Açık devlet terörü ve kışkırtılmış çevre halkının desteğiyle bu insanlar yerlerinden kovuldular. Böylesi iğrenç bir haksızlık karşısında kimse kılını bile kıpırdatmadı. Conolar tümüyle yalnız kaldılar. Hiçbir kişi, kurum, örgüt onları desteklemedi. Haksız ve pis bir saldırıya uğradıkları, evlerinden kovuldukları halde tutuklanan ve yargılananlar da onlar oldular. Koskoca Türkiye’de insan hakları kuruluşları da dahil olmak üzere kimse onlara sahip çıkmadı. Bütün bu baskılara karşı bir anne ve genç kızı tüm toplumun suratına haykırırcasına öfke ve nefret kusan bir protestoda bulundu. Kalabalık bir caddede çırılçıplak soyunan bir Roman kızı gögüslerini jiletle kesti. Bu protesto çok şeyi anlatıyor. Bu insanların nasıl kuşatıldıklarını, nasıl boğulma durumuna geldiğini, nasıl bir çaresizliğin böyle bir eylem yapmak zorunda insanları bırakabileceğini anlatıyor. Roman genç kızı soyunup kendisini jiletle keserek, bu toplumun ahlak ve namusunun ikiyüzlülüğünü bütün çıplaklığıyla ortaya sermiştir.
Türkiye Romanları, her türlü aşağılanmaya, devlet terörüne, kitlesel ırkçı saldırılara rağmen güçlü yaşama azmini, yaşama tutkulu bağlılıklarını, asırlardan beri getirdikleri neşeli mizaçlarını inatla koruyorlar. Bin yıllardan bugüne taşıdıkları eğlence ve müzik kültürleri, şarkıları ve danslarıyla üzerlerindeki baskılarla adeta alay ediyorlar. Ancak kapitalizmin acımasız çarkları onların manevi ve kültürel dünyasını her geçen gün kemirmektedir. Romanlar bugün büyük oranda işsizlik ve yoksulluk içindeki geniş emekçi halkımızın bir parçası haline gelmiştir. Sorunları da temel olarak işçi sınıfının ve yoksulların sorunlarıyla iç içe geçmiştir. İşçi sınıfının başını çektiği topyekun devrimci kurtuluş mücadelesi Roman halkının da tek kurtuluş yoludur.
Aynı zamanda Romanların ırkçı baskılar ve ikinci sınıf insan muamelesi görmelerinden dolayı güçlü kimlik ve kültür sorunları vardır. Sınıfsal olarak emekçi sınıfların kurtuluşuyla bütünleşseler de ayrı kimlik ve kültür kavgalarını inatçı bir biçimde devam ettirmektedirler. En çok entegre oldukları bölgelerde bile her şeyiyle Romandırlar. Her türlü tükenişe, sefalete rağmen farklılıklarını korumaya devam ediyorlar. Romanların ekonomik ve sınıfsal sorunlarının yanında göz ardı edilemeyecek önemde kimlik ve kültürel sorunları vardır.
Türkiye devrimi tükenişin eşiğine getirilen bu özgürlük tutkunu topluluğa karşı görevlerini yerine getirmemiştir. Romanlara yönelik baskı ve aşağılamalara karşı mücadele etmek bir yana toplumla benzer önyargıları sol bile bilincinin bir tarafında taşımaktadır. Nitekim bunun somut örnekleri vardır. Geçtiğimiz yıllarda İHD İstanbul’da bir gece düzenlemişti. Bu gecede bir duyarlılık örneği olarak, Türk-Kürt, Arap, Çerkez, Azeri, Yahudi, Ermeni müzik gruplarının yanında birde Çingene müzik grubunu davet eder. Her ulusun müzik topluluğu sahneye çıktığında büyük alkış alır. Çingene müzik topluluğu sahneye çıktığında ise inanılmaz bir şey olur ve yuhlanırlar. Bu protestoda yapılan müziğe “yoz müzik” benzeri ilkel bir eleştirel bir yaklaşımın etkisi olsa bile asıl bilinçaltında yerleşmiş Çingenelere karşı küçümseyici şoven tortulardır. Hemen bütün dünyada Romanlar demokrat ve ilerici eğilimlerin doğal müttefikidir. Demokrasi ve özgürlük ona en çok ihtiyaç duyan ezilen ve horlanan kesimlerin talebidir. Doğru tarif edilen somut ve birleştirici bir demokrasi mücadelesi Romanlar tarafından büyük destek görecektir. Dünyanın her yerinde en çok ezilen ikinci sınıf olarak görülen topluluklar devrim mücadelesine kazanıldıklarında bu mücadeleye bir daha terk etmemek üzere büyük bir inançla sıkı sıkıya bağlanmışlardır. Ezilen Romanlar da Türkiye devriminin en sadık müttefikleridir.
Kaynak: Hedef Dergisi, Sayı: 37, 1994