28 Şubat 2021 Pazar

Mezopotamya'da Devletli Uygarlıkların Ortaya Çıkış Koşulları - Sibel Özbudun

Mezopotamya'nın uygarlık-öncesi ikibin yılında tarih sahnesine çıkan ve gelişen özellikleri şöylece sıralamak olanaklıdır (Bu sıralama bir neden-sonuç ilişkisi ya da önem sırasını gözetmemekte olup, anlatımdan kaynaklanan bir zorunluluktur) :


i) Sulamaya dayalı tarım: Kanallar açarak sulama yolunda ilk girişimler Çatalhöyük ve 6. bin Samarra yerleşimlerinde görülmekle birlikte, yaygın kullanımını Ubaid döneminde bulmuştur. Sulamalı tarım,
aksi durumda çorak olan Güney Mezopotamya'da tarımı olanaklı kılmış ve üretkenliği büyük ölçüde arttırarak, üretime katılmayan bir toplumsal kesimi besleyebilecek bir artının oluşmasında etken olmuştur.



ii) Tarımda sabanın kullanılmaya başlanılması: Tarımda sabanın kullanıma girmesi, Mezopotamya'da büyükbaş hayvanların evcilleştirilmesi ve tekerleğin bulunması sonucunda devreye giren bir İÖ IV. bin buluşudur. Sulamayla birlikte tarımsal üretimde önemli bir artışa yolaçmış, ve az ileride göreceğimiz gibi, tarımsal faaliyetlerde (dolayısıyla da toplumsal değerler sisteminde) erkeklerin ön plana geçmesine zemin hazırlayan etmenlerden biri olmuştur. Tekerleğin bulunuşunun bir başka sonucu da, ulaşımda sağlanan kolaylık ve teknolojik/iktisadi/ toplumsal/ideolojik düzlemdeki yeniliklerin artan
bir hızla Ön Asya uygarlık alanına yayılması olmuştur.


iii) Kentlerin yüzölçümü ve nüfuslarında artış: Her ne kadar Jericho ve Çatalhöyük gibi, ticarete bağlı istisnaları varsa da, neolitik dönem boytunca uzun bir süre tipik köylerin 2-300 nüfuslu, istikrarlı
küçük yerleşim, birimleri olduğunu görmüştük. Neolitik köyde kaynaklar nüfusu besleyemez hale geldiğinde doğan kriz, genellikle köyden kopmalar ve yeni köy oluşumları yoluyla çözümlenmekteydi.
Oysa geç neolitiğin kentleri gerek yüzölçümü, gerekse nüfus bakımından geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde büyümüştür. Üstelik bu büyüme bir hayli hızlı ve süreklilik gösteren bir süreçtir. Örneğin
Güney Mezopotamya'daki Eridu'nun Ubaid 2 evresindeki (yakl. İÖ 4500) 4 hektardan, Ubaid 4 evresinde (yakl. İÖ 3500) 10 hektara genişlediği görülmektedir. Eridu'nun azamı nüfusu 2-4 000 kişi olarak hesaplanmaktadır. Yine Güney Mezopotamya'daki Warka (Uruk) yerleşimi, Uruk evresinde 80 hektara ve 10 000'i bulduğu hesaplanan bir nüfusa ulaşmıştır. Bu hızlı nüfus artışı, bir yandan geç neolitikte kent yerleşimlerinin kalabalık bir nüfusu besleyebildiğine işaret ederken, bir yandan da toplumsal örgütlenişte kimi köklü değişimleri göstermektedir.


iv) Yüksek ölçüde örgütlenmiş işgücü ve mesleklerde uzmanlaşma: Neolitik sonlarında yaygınlaşan mimarı yapıtlar (büyük tapınaklar, kamu binaları..[1]) üst düzeyde örgütlenmiş hiyerarşik yapılı
bir işgücüne, gelişkin bir planlama sürecine ve mesleksel uzmanlaşmaya işaret etmektedir. Örneğin Eridu'daki geniş Anu tapınak kompleksinin inşası için 7 500 kişilik bir işgücünün bir yıl boyunca çalışması gerektiği hesaplanmıştır. Bu işgücünün nasıl sağlandığı ayrı bir araştırma konusu olmakla birlikte, olasılıkla tapınakla yakından ilintili yöneticilerin çevre köylerde yerleşmiş nüfusu[2] ve/veya savaş esirlerini yılın belirli dönemlerinde (tapınak adına) zorunlu çalışmaya (corvé) tabi tutmuş olması, büyük olasılıktır[3]. Tekerleğin bulunuşuyla birlikte devreye giren çömlekçi çarkı, zanaatların tarımsal faaliyetlerden ayrılmasına, pazar için üretim yapan uzman bir çömlekçiler grubunun ortaya çıkmasına öncülük etmişe benzemektedir. Gerçekten de, Uruk evresi sonlarından itibaren keramik pazara yönelik bir görünüm almaktadır. Bir ayrıcalık halinde yaygınlaşan lüks tüketim malzemeleri (akik, türkuaz, ametist, laciverttaşı, agat, kuvartz, yeşimtaşı, zümrüt, diyorit, kantaşı, sabuntaşı, yılan taşı, fildişi ve deniz kabukları), taş kaplar, metal parçalar ve heykel, kabartma gibi sanatsal gelişmeler, bunları işleyen profesyonel sanatçıların varlığına işaret etmektedir. Öte yandan büyük tapınaklar, giderek güçlenen bir rahipler kastının varlığını gösterir.


v) Kurumsallaşmış hiyerarşi: Yukarıdaki gelişmeler (sulama sistemi, mesleksel uzmanlaşma, anıtsal yapılar, büyük tapınaklar ...) kurumsallaşmış bir hiyerarşiye işaret etmektedir. Gerçekten de, aktarılan
ölçüde karmaşıklaşmış bir toplumsal yapı, neolitik köyün kendine yeterli, içe-kapalı kolektivizminin sınırlarını aşar. Yerleşimlerin tapınak çevresinde örgütlenişi ve tapınakların ele alınan dönem boyunca gösterdiği tekbiçimlilik, en azından başlangıçta bu hiyerarşinin üst basamaklarında meşruluklarını ilahlardan alan ruhbanların bulunduğu düşünülmektedir. Gerçekten de, yazılı tarihin belgelediği erken hanedan dönemi irdelenirken görüleceği üzere, tapınak; Mezopotamya'nın ilk kentlerinde aynı zamanda iktisadı ve siyasal faaliyetlerin de merkezi durumundadır. Öte yandan, Redman'a göre:
"Tapınak görevli ve yöneticilerinin tapınağın emrindeki belirgin serveti paylaştıkları ölçüde, keskin bir farklılaşma daha Uruk döneminde ortaya çıkmış olmalıdır. Egzotik hammaddelerden imal edilen ve ince bir sanatsal işçilikle belirlenen statü nesnelerinin bolluğu, yüksek statülü bir sınıfa işaret eder. Bu nesneler yalnızca tapınak çerçevesinde dağıtılmış olsaydı, yüksek bir statü sınıfından çok güçlü bir kuruma işaret ederlerdi. Ancak, yüksek statü nesneleri tapınak çevresinde yoğunlaşmış olmakla birlikte buraya özgü olmadıkları için, dağılımları tapınaktan bir ölçüde bağımsız bir toplumsal tabakalaşmayı çağrıştırmaktadır."
Tapınağın dışındaki (ve olasılıkla ona rakip olan) bu yüksek hiyerarşi grubunun, gücünü Ön Asya'da giderek yaygınlaşan ticaretten aldıkları, düşünülebilir mi? Her durumda Larsen, Uruk tabletlerinin dökümünün düzenli, hiyerarşik bir topluma işaret ettiğini belirtmektedir: Bu listeler 'kral' ya da 'önder' işaretiyle başlayıp, 'yasa', 'kent', 'birlikler', sabanlar' ve 'arpa' dan sorumlu 'görevlilerle sürmektedir. Ayrıca bazı rahip sanları ve 'meclis başkanı' gibi bir san da bulunmaktadır. İzleyen bölümlerde meslekler ('demirci', 'gümüş ustası', 'çoban', 'ulak') başlarıyla birlikte sıralanmaktadır. İlk düzeyde basit zanaatler, ardından görevlilerinin 'genç' sanıyla anıldığı meslekler, ardından da 'kıdemli' sanıyla anılan meslekler gelmektedir. Tüm bunlar, merkezi bir tapınak yönetimine işaret etmektedir. Çoğunda BA (vermek, 'dağıtım') ve GI (iade etmek; 'gelir'?) anahtar sözcükleri
vardır. Bu, olgunlaşmakta olan (kast değilse bile) lonca sistemini düşündürür.


vi) Özel mülkiyetin ortaya çıkışı: Özel mülkiyetin arkeolojik kanıtı, mühürlerdir. Ve mühürlerin en azından Uruk döneminden beri yaygın biçimde kullanıldığı bilinmektedir. Özellikle Jemdet Nasr döneminde yaygınlaşan ve tapınma, dinsel geçitler, savaş ve av sahneleri ve hayvanların betimlendiği silindir mühürlerde ilah ya da yönetici gibi önemli figürlerin, diğerlerinden büyük olarak resmedildiği seçilmektedir. Mülkiyete dayalı toplumsal tabakalaşmanın bir başka göstergesi de mezarlık armağanlarıdır. Redman, Ubaid döneminde mezar buluntularında önemli bir farklılaşma gözlemlenmemekle birlikte, Jemdet Nasr döneminde farklılaşmanın belirgin bir hale geldiğini belirtmektedir. Öte yandan, Hallo ve Simpson, bu evrede büyükbaş hayvanların özel mülkiyetin karakteristik bir biçimini gösterirken tapınak gibi kamu binalarının da kolektif mülkiyeti belirlediğini söylemektedirler.


vii) Yazının bulunuşu: Mühürler, uygarlaşma sürecinin bir başka sonucuna daha işaret ederler: Yazı. Ortak, uzlaşımsal bir simgeler sistemi kurma yolundaki ilk girişimler, Uruk dönemi sonlarında ortaya
çıkar ve Jemdet Nasr evresinde yaygınlık kazanır. İÖ 3500-3000 arası, yazının Güney Mezopotamya'da yaygınlaştığı dönem olmuştur. Larsen, yazının kökeninde hesap tabletlerinin bulunduğuna işaret
etmektedir. Yine Larsen'e göre, yazının kökenini belki de iki bağımsız bölgede (Uruk ve Kuzistan'da Susa) tespit etmek olanaklıdır. Anu ve Eanna tapınaklarının bulunduğu Eanna bölgesinden çıkan 4000 kadar Uruk tableti'nin % 85'i iktisadı kayıtlara ilişkilidir, % 15'ini ise imlerin bir çeşit taksonomiye göre dizildiği okuma metinleri oluşturmaktadır. İlk yazılı tabletlerde anlatıya yer verilmeyişi dikkate değer. İÖ III. binin sonlarında ise yazı sistemi, bir depodan 1/ 4 kg.lık yün kaybını izleyecek kertede gelişmiştir. Bu, yazının; özel mülkiyetin, gelişkin bir hiyerarşinin oluştuğu Güney Mezopotamya'daki kentlerde etkin bir denetim sistemini biçimlendirdiğini göstermektedir.


viii) Kentlerin koruyucu ilahları, panteonların örgütlenişi: Bu devir Mezopotamya yerleşimlerinin tapınaklar çevresinde örgütlendiğini yukarıda görmüştük. Her tapınağın belirli bir ilaha adandığı, arkeolojik buluntulardan (heykel, kabartma vd.) anlaşılmaktadır. Ubaid dönemine tarihlenen Eridu tapınakları, sonraki Sümer tapınaklarının tüm unsurlarını içerir. Tapınaklarda, üzerlerindeki yanık izlerinden ve küçük hayvan kemiklerinden kurban ve sunular için kullanıldığı anlaşılan sunaklar bulunmaktadır.
Warka (Uruk)'daki, Uruk dönemine tarihlenen Eanna tapınaklar kompleksinin, sonraki Sümerlerin İnanna adıyla tapındıkları aşk (bereket) tanrıçasına adandığı kaydedilmektedir. Tapınak bölgesinde bulunan taş vazoda, yiyecek ve şarap sunusu taşıyan başları traşlı, çıplak erkekler kafilesi ve tanrıçaya yapılan sunular betimlenmiştir. Örgütlü panteonlara ilişkin daha kesin bilgiler için ise, yazının dinsel metinlerin kaydı için kullanılmasını beklemek gerekecektir.


Mezopotamya'da bu gelişmeler olagelirken, Anadolu'da belirgin bir gerileme izlenmektedir. Çömlekçi çarkı ancak İÖ 2000'lere doğru devreye girecektir. Anadolu kültürlerindeki canlanma, İÖ 2500'ten itibaren gözlemlenmektedir. Bu tarihlerde çevresi surlarla çevrili, site-devletler görülmektedir (Alacahöyük, Alişar, Kületepe... ) Bu dönemde Orta Anadolu'da Hatti, güneybatıda ise Luwi adı verilen halklar yaşamaktadırlar.




Notlar
[1] Daha Jericho (PPNB evresi)'da ortaya çıktığına tanık olduğumuz savunma sistemlerinin (surlar, gözetleme kuleleri ...) Jemdet Nasr döneminde dahi yaygın olarak görülmeyişi, Oppenheimer'ın uygarlığın kökeninde çoban-çiftçi çatışmalarının, yani fethin yattığı tezini, zaafa uğratmaktadır.
[2] Özellikle giderek gelişen; zenginleşen kentsel yerleşimlerin göçebe avcı-toplayıcı topluluklar ya da yerleşik, kendine-yeterli köy toplulukları için bir çekim merkezi oluşturduğu düşünüldüğünde.
(3) Gailey ve Patterson (1988) erken devlet biçimlerini tartışırken, akrabalık temelinde örgütlenmiş toplulukların emek ya da ürünlerini toplamayı haraç-temelli devletlerin ilksel biçimleri arasında sayar.


Sibel Özbudun, Ayinden Törene, Anahtar Kitaplar, 1997, s. 63-69


22 Şubat 2021 Pazartesi

Efsanelerin ve Halk Masallarının Dönüştürücü Gücü — Sharon Blackie

 


Efsaneler ve halk masalları kadim bir mirastır: İnsanların bize hayat veren toprakla ve bizimle birlikte toprağı işgal eden insan olmayan başkalarıyla binlerce yıllık etkileşiminin mirasıdır. Bu öyküler kendilerini kalplerimize derinden eker ve orada kalır, çoğu zaman da arketipleri –kişisel olanla evrensel olanı köprüleyen imgeleri– anımsattıkları için. Arketipler anahtar gibidir, sahip olduğumuzu belki de asla bilmeyeceğimiz kadim, derin, büyülü bir bilgeliğin kilidini açar. Ama bir öykünün vasıtası ile, arketipler salt imge olmanın ötesine geçer: Enerji olur, hayatın karmaşıklıkları boyunca bize rehberlik eden ve bize ne olabileceğimizi –ya da dünyanın gelişimine nasıl katılabileceğimizi– gösteren yönergelerle yüklenir. Efsanebilimci Joseph Campbell’in sözleriyle onlarda ‘insan ruhunu ileriye taşıyacak’ güç vardır. İşte bu yüzden, bireyler ve gruplarla terapi çalışmamda en derinden dönüştürücü tekniklerin, her zaman (efsane ve halk masallarıyla yaratıcı çalışmadan temellenen) anlatı teknikleri olduğunu buldum.

 

Anlatısal psikoloji yaklaşımlarına göre hayat öykülenmiştir: Tecrübelerimize anlam öykülerle verilir, kimliğimiz ve benlik duyumuz esasen hem hayatımız ve tecrübelerimiz hakkında anlattığımız öykülerce hem de kendimizi ve dünyada oynadığımız rolleri nasıl gördüğümüzü belirleyen öykülerce şekillendirilir. Çoğu kez, hayatlarımız ve benliklerimiz hakkında işlevsiz öyküler anlatırız: Bunlar büyümemizi, değişmemizi önler. Mesela, kendimizi sadece birer kurban gibi görebildiğimiz öyküler, kendimizi hem eylem hem de dönüştürülme gücüne sahip başkahramanlar gibi asla göremediğimiz öyküler işlevsizdir. Hayatımıza yön veren ‘sorunla yüklenmiş öykü’ o kadar hakim olabilir ki tecrübemizi başka herhangi bir yolla yorumlamamızı önler. Nijeryalı yazar Ben Okri bunu güzellikle söyler: ‘Öyle ya da böyle, bize erkenden ya da sonradan ekilmiş öyküleri yaşarız, yahut kendi kendimize –bilerek ya da bilmeyerek– ektiğimiz öyküleri de yaşarız. Ya hayatlarımıza anlam veren ya da onu anlamsızlıkla yadsıyan öyküleri yaşarız. Hayatımıza yön veren öyküleri değiştirirsek, hayatımızı değiştirmemiz gayet mümkündür.’ Bir anlatı psikoloğunun yeteneği, özünde, insanlara hayatlarına yön veren işlevsiz öyküleri değiştirebilme yeteneğini öğretmektir. Tam olarak, hayatlarını yeniden öykülendirme –ve böylece dönüştürme– yeteneğini öğretmektir.

 

‘Öyle ya da böyle, bize erkenden ya da sonradan ekilmiş öyküleri yaşarız, yahut kendi kendimize –bilerek ya da bilmeyerek– ektiğimiz öyküleri de yaşarız. Ya hayatlarımıza anlam veren ya da onu anlamsızlıkla yadsıyan öyküleri yaşarız. Hayatımıza yön veren öyküleri değiştirirsek, hayatımızı değiştirmemiz gayet mümkündür.’ Ben Okri

 

Öyküyle çalışmanın çok derinden dönüştürücü olabilmesinin birçok nedeni vardır; işte birkaç tanesi.

 

— Öyküler anlatmak temel bir insanî faaliyettir – herkes nasıl yapacağını bilir. Özünde anlatısal yaratıklarızdır.

 

— Öyküler güzeldir. Bizi etkiler ve hayal gücümüzü ele geçirir.

 

— İçimizdeki bir şey efsane ve halk masallarındaki arketip imgelerini içgüdüsel olarak anlar. Kemiklerimizin içinde, onları biliriz: Kötü üvey anne, bilge yaşlı adam, koca kötü kurt, zaman zaman hepimizin kaybolup gittiği karanlık orman.

 

— Öyküler zor durumlarda mesafe ve nesnellik edinmemize olanak verir: Duyguları –derinden travmatik malzemeyi bile– yapıcılık ve güvenle ifade edip soğurmak için mesafe edinmemize olanak verir.

 

— Öyküler sabitlenmiş değildir. Büyümeye müsaade eder çünkü onlar da zamanla değişebilir.

 

— Öyküler özdeşim kurmamıza ve kendi hayal gücü kaynaklarımızı kullanarak zorluklar karşısında yaratıcı ve biricik kişisel yollarla baş etmemize yardım eder. Böylece dirayetimiz kuvvetlenir.

 

— Öyküler kendimiz ve başkalarının oynadığı rolleri anlamamıza; birbirimizin yeteneklerine, farklarına, bazen de karşıt bakış açılarına saygılı olmamıza yardım eder.

 

— Öyküler kargaşada anlam bulmamıza, karmaşık olanı basitleştirmemize yardım eder. Senaryoyu anlamamıza ve oradaki rolümüze dair içgörü edinmemize yardım eder.

 

— Öyküler engelleri aşılacak zorluklar gibi görmemize ve (mesela bir kurbandansa bir kahramana daha yakışır) davranışlar seçmemize yardım eder. Bize küçük bir kızın bile koca kötü kurtu zekasıyla alt edebileceğini öğretir; karanlık ormanda kaybolmamak için yolumuza ekmek kırıntılarıyla nasıl iz bırakacağımızı gösterir.

 

Hem yazar hem de anlatı psikoloğu olarak benim kendi işlerim, Keltik ülkelerin efsanebilimi ve halkbilimi üstüne ömrüm boyunca yürüttüğüm çalışmamdan beslenir. Bu olağandışıdır; bugün popüler medyada yazılanların çoğu Grimm Kardeşler, Hans Christian Andersen, Perrault ve başkalarınca toparlanmış kuzey Avrupa’nın peri masalları merkezi etrafında döner. Jungcu arketip psikolojisi geleneğindeki çoğu terapi çalışması Yunan (ya da Roma) efsanelerine odaklanmıştır, bunlar da basit, hoş ve temiz arketipler çıkarmaya elverişlidir. Bilgelik arketipi tanrıça Athena; özlediğimiz vahşiliği temsil eden Artemis/Diana; yurt ve yuva simgesi Hestia. Hangi tanrıçanın ‘içinde daha faal’ (bir terapist böyle diyor) olduğuna göre bir kadın meslekî başarı kazanmaya daha bağlı olabilir, bir başkasıysa eş ve anne olmakla daha çok tatmin sağlayabilir. [*]

 

Keltik efsane ve halkbilimi üstüne çalışmayı sevmemin tek sebebi doğrudan doğruya kendi yerli kültürümden ve her gün yürüdüğüm topraklardan doğmuş olmaları değil – daha çok, Klasik efsane ve öykülerin aksine, öyle kolay kategorileştirmelere elverişli olmamaları. Bizim eski efsanelerimiz inanılmaz karmaşıktır: Hem yapısal hem de ahlakî anlamda. Keltik efsane ve arketipler üstüne çalışmamın esas sebebi, derinden ataerkil Yunan ve Roma uygarlıklarının aksine, gücü kadınlara vermeleridir. Bizim yerli Keltik efsanebilimimizde, kadınlar toprağın muhafızları ve koruyucularıdır, Öbürdünya’nın bütün ahlakî ve ruhanî yetkesini onlar taşırlar.

 

Ben de o zaman ortaçağ Galler’inin Blodeuwedd masalının karmaşıklıklarına dalmak isterim: Sırf insan eş alması yasaklanan bir adama eş olması maksadıyla erkeklerin çiçeklerden yarattığı Blodeuwedd. Kendi aşkını, kendi hayatını seçme günahı yüzünden (bir erkeğin) lanetleyip baykuşa çevirdiği Blodeuwedd. Kocasını öldürerek o özgürlüğe erişmeyi planlayan Blodeuwedd. Yok – bu öyküde kolay cevaplar yok. Ama hayatta da kolay cevaplar yok.

 

Ben hepimizin içinde yaşayan deli kadın Mis ile çalışmak isterim: Erkeklerin korkunç savaşlarından ve kendi babasının ölümünden kaçan ve ormanlarda vahşileşip kederlenen Mis. Uzuvları kürklenen, keçe gibi vahşi saçlarıyla, keder ve çaresizlikten dili tutulan Mis imgesi, yeşil ormanın açıklıklarında geyiğiyle hafif hafif gezinen güzel Diana’nın pastoral Romalı imgesine kıyasla çok daha derinden titreştirir beni.

 

Ben toprağı yaratmış ve şekillendirmiş Yaşlı Kadın Cailleach ile çalışmak isterim: Dağ doruklarında deli gibi dans eden, asasını yere vurarak düştüğü her yere kış getiren Cailleach. Ormanların mahvolması ile kederlenen ve vahşi şeyleri gayretkeş avcıdan korumaya çabalayan Cailleach. Bugün benim tanıdığım kadınları yansıtan arketipler bunlardır; bu zamanlarda gerek duyulan arketipler bunlardır. Öykünün dönüştürücü gücü sonsuzdur; yerli efsanebilimimizin gücü ve derinliği sonsuzdur. Hepimizin ondan yararlanmayı öğrenmemizin zamanı gelmiştir.

 

[*] Bu yaklaşımın tipik örneği Jean Shinoda Bolen gibi Jungcu terapistler ve Herkadındaki Tanrıçalar [Goddesses in Everywoman] gibi kitaplardır.

 

Kaynaklar:

 

Blackie, S. 2016. If Women Rose Rooted: the Power of the Celtic Woman. [Kadınlar Köklü Yükselirse: Keltik Kadının Gücü] London: September Publishing.

 

Campbell, J. 1972. Myths to Live By. [Hayata Yön Veren Efsaneler] New York: Viking.

.yersizseyler.wordpress.com.

Türkçesi: Işık Barış Fidaner

 

20 Şubat 2021 Cumartesi

BAHTİYAR KÖPEK – SABAHATTİN ALİ



Niçin hep acı şeyler yazayım? Dostlar, yufka yürekli dostlar bundan hoşlanmıyorlar. -Hep kötü, sakat şeyleri mi göreceksin?- diyorlar. -Hep açlardan, çıplaklardan, dertlilerden mi bahsedeceksin? Geceleri gazete satıp izmarit toplayan serseri çocuklardan; bir karış toprak, bir bakraç su için birbirlerini öldürenlerden; cezaevlerinde ruhları kemirile kemirile eriyip gidenlerden; doktor bulamayanlardan; hakkını alamayanlardan başka yazacak şeyler, iyi güzel şeyler kalmadı mı? Niçin yazılarındaki bütün insanların benzi soluk, yüreği kederli? Bu memlekette yüzü gülen, bahtiyar insan yok mu?-


Hiç olmaz olur mu? Arayıp, bulup görmek lazım. Bunun için de kenarı köşeyi araştırmak istemez. Her şey apaçık ortada, göz önünde. Sade güler yüzlü, bahtiyar insanlar değil, bahtiyar köpekler bile var. Ben de karar verdim, bu sefer açlıktan, ızdıraptan, nefretten değil... rahattan, tokluktan, sevgiden bahsedeceğim.

Oturduğum semtin sokakları geniş ve asfalt. Her biri bir fakir çocuğun liseyi bitirinceye kadar okumasına yetecek masraflarla yetiştirilen bodur çamlar, caddeye gölge vermese bile güzellik veriyor. Sabahları yaya kaldırımında şık giyinmiş genç anneler, renk renk çocuk arabalarında al yanaklı, gürbüz, iyi beslenmekten yüzlerine bön bir rahatlık ifadesi gelmiş çocukları gezdirirler. Çeşitli oyuncaklarını ipekli örtülerinin üstüne seren, bir eliyle çıngırağını sallarken ötekiyle uzun bir düdüğü ağzına götüren bebeklerin yanında, bukleli saçlarını savura savura annelerine bir şeyler anlatan biraz daha büyücek çocuklar yürür. Ara sıra genç annelerin birkaçı yan yana gelir, tatlı tatlı konuşur ve çocuklara bakalak olmak işini, dört beş adım gerilerden gelen temiz kıyafetli beslemeye bırakırlar. Yolun kenarındaki küçük parkın kum bahçesinde miniminiler kovaları, kürekleri ile saraylar, nehirler halk eder, sonra bir yumrukta yıkarlar. Bir kenardaki kanepede beyaz başlıklı bir mürebbiye yabancı dille bir kitap okur. Başörtülü bir hanım, ağlayan torununu avutur, başka bir kanepede üç dört şirin anne yün örüp ahbap çekiştirir. Her şey aydınlık, her şey rahattır. Yalnız hepsinin yüzünde garip bir can sıkıntısı ifadesi vardır. Elle tutulamayacak kadar ince, asla yırtılmayacak kadar sağlam bir ağ halinde onları saran bu can sıkıntısı, biraz dikkat edince, kahkahalarda boş bir çınlama gözlerde soğuk bir alakasızlık halinde kendini gösterir. Söyleyen de, dinleyen de o anda başka bir şey düşünüyor gibidir, hâlbuki hiçbir şey düşünmezler. Ama bundan şikâyetçi değildirler; hatta canları sıkıldığının bile farkında değildirler. Boş da olsa gülerler ve hallerinden memnun olmasalar da, hayatlarında bir değişiklik istemezler.


Yakası kapalı kahverengi çuha elbisesinden bir odacı, bir kavas, yahut kibar bir evde uşak olduğu anlaşılan genç, iriyarı, yakışıklı bir adam bu caddede her sabah küçük bir köpek gezdirir. Açık kahverengi tüyleriyle uzun kulakları yerlere kadar sarkan ve yüksekliği bir karıştan fazla olmayan köpek, meşin tasmasına bağlı yine meşinden örme bir yuların arkasından tıpış tıpış gider. Adam yürüyüşünü köpeğinkine uydurmuştur. O biraz duraklayacak olsa kendisi de bekler. Köpeğin keyfi yerine gelip tekrar yürümeye başlayınca o da yürür.


Serince havalarda köpeğin üzerinde kenarları lacivert şeritli kahverengi çuhadan güzel bir hırka vardır. Hayvanın dört bacağından geçip karnında düğmelenen ve sırtında kalıp gibi yapışmasına bakınca usta bir terzi elinden çıktığı anlaşılan bu hırka pırıl pırıl fırçalanmıştır. Köpeğin, tüyleri de güneşte tertemiz parlar.


Hayvan, masum bir ihtiyacını gidermek için yolun kenarındaki ağaçlardan birinin dibine sokulunca, on dönüm tarlayı bir günde yorulmadan çapalayacak kadar kuvvetli görünen uşak, yahut odacı, yahut kavas, efendisinin köpeği işini bitirinceye kadar hürmetle bekler. Sonra yine ağır ağır yollarına giderler. Bu hırkalı köpek, yoldan geçen başka köpeklerin hırlamasına cevap vermez; hatta sahibi tarafından tasması çözülmüş irice bir köpek dövüşmek için bağıra bağıra yanına sokulsa, üstüne atılmaya kalksa bile, o aldırmadan yoluna gider. Onun yerine uşak işe karışır: Bağırır, tekme savurur. Saldıran köpekler birkaç tane olursa efendisinin köpeğini kucağına alır, hırkasında, tüylerinde tozlanmış, kirlenmiş yerleri siler. Bu sırada gözlerinde hiç saklayamadığı bir korku vardır: Köpek her tehlikeden uzak olduğuna emin, aşağıya doğru bakar, yalanır, uzun tüylü kuyruğunu oynatırken, uşak acaba hayvana bir şey oldu mu diye telaş içinde onun her tarafını yoklar.


Köpeği gezdiren bu adamı bir gün kasapta gördüm. Sıra sıra asılmış kuzuların içine bakıyordu. Nihayet bir ciğer takımı beğendi:


-Şunu tart!- dedi. Parayı sayarken kasapla ahbaplığa başladı: -Ne diye kuzunun karaciğerini ayrı satmazsınız, aklım ermez. Bizim köpek akciğer, yürek filan yemiyor. Karaciğeri de güzelce pişiririz de ondan sonra önüne koruz. İçine bir lokma akciğer katsak ağzını sürmez, olduğu gibi bırakır. Midesine dokunuyormuş. Geçende muayeneye gelen baytar söyledi... Hayvan ama aklı eriyor; köftesine biraz sığır eti karışsa onu bile anlıyor. Allah'ın işine akıl ermez ki...-


Sonra bütün takımı sarmak üzere olan çırağa döndü: -Duymadın mı be! Hepsini sarma. Karaciğeri ayır, ver... Öbürlerini at bir kenara!-Paketini alıp çıktı...


Başka bir gün bu uşağı geniş, çiçekli bir bahçenin kapısı önünde, kucağında sıcak, yumuşak bir battaniye tutarken gördüm. Kocaman bir otomobile binmek üzereydi. Kucağındaki şeyin kımıldadığını, içinden sesler geldiğini fark edince dayanamadım, sokulup sordum:
-Ne o? Köpeğe bir şey mi oldu?-Uşak beni şöyle bir süzdü:


-Yok, elhamdülillah bir şeysi yok!.. Bugün üç beş kere öksürdü. Baharları hep olur, ama hanım telaş etti. Hayvan hastanesine götürüp bir baktıracağım- dedi.


Sonra hayvanı bir yere çarptırmamak için dikkat ederek otomobile bindi. Koskocaman araba hızla uzaklaştı...


Geçen gün bu uşağı aynı geniş bahçeye girerken gördüm. Bu sefer ince burunlu, beyaz tüylü bir köpeğin ipini tutmuştu. Yanında kıyafeti kendine benzeyen başka biri daha vardı. Yine merak ettim:


-Ne oldu?.. Köpeği değiştirdiniz mi?- diye sordum.


Adam beni süzdü; geçenlerde köpeğin hastalığını soran meraklı olduğumu hatırlamadı ama cevapsız bırakmadı:


-Hiç değiştirilir mi?- dedi. -İçerde, kulübesinde; bak, sesi geliyor!-


Büyük köşkün biraz ötesinde, bahçıvan odası büyüklüğünde, filizi boyalı şık bir kulübeden sahiden kesik kesik havlamalar geliyordu.


-Nasıl oldu- dedim, -sizin köpek havlamazdı!-


-Eh, şimdi kızgınlık zamanı... Dişi istiyor!- diye cevap verdi. Sonra yanındakinin yüzüne bakıp gülümsedi: -Nefis bu, isteyince hayvan da olsa kendine hükmedemiyor. İyice huysuz-landı. Hanımefendi hemen otomobili baytara koşturdu. Ama dedim ya, derdi buymuş... Hani bizimkine layığını bulmak da kolay olmadı. Hanımefendi soysuz köpekle istemem, huyu bozulur, dedi. Bütün köşkleri dolaştım, ona göresini buluncaya kadar canım çıktı...- İpini elinde tuttuğu uzun beyaz tüylü, ince burunlu köpeği yanına çekerek devam etti: -Ama bak! Kendisine layık, soylu bir hayvan. Duruşu bile kibar. Bizim beyefendi arkadaşın beyefendisiyle konuştular, münasip gördüler. Bir ben oraya götüreceğim, bir o bize getirecek.-


Parmaklıklı bahçe kapısını dirseğiyle itti, arkadaşına:


-Gel bakalım, birbirlerinden hazzedecekler mi?- dedi.


Nazlı bir gelin gibi süzüle süzüle yürüyen saçaklı, beyaz köpekle beraber içeri girdiler.
Ah, ben hayvanları çok severim. Bütün canlı mahlûkları, hayatı, güzelliği, saadeti severim. Bahtiyar bir köpek bile benim içimi sevinçle dolduruyor. Ben karanlık şeylerden bahsetmek için dünyaya gelmemişim. İçim tatlı, sıcak, neşeli şeyler anlatmak isteğiyle yanıyor.
Hele cümle alem bu köpeğin onda biri kadar rahata kavuşsun, bakın ben bir daha acı şeylerden söz açar mıyım!


1946


#sabahattinali #öykü #bahtiyarköpek

16 Şubat 2021 Salı

Vatansız dünyalılar: Romanlar (Çingeneler) – Şamil Kazbek | 1994




Afrikalı büyük devrimci Franz Fanon sömürge halklar için “Yeryüzünün Lanetlileri” deyimini kullanır. Bu deyim tüm ezilenler içerisinde herkesten çok Romanlar için geçerlidir. Romanlar tüm dünyada ezilenlerin en alt kesimini oluştururlar. Onlar, her yerde yabancıdır, istenmeyendir, sığıntıdır. Bu durum Batıda da Doğuda da böyledir. Gelişmiş ülkelerde, azgelişmiş ülkelerde, Müslüman veya Hristiyan toplumlarda velhasıl tüm dünyada onlara yer yoktur. Her yerde horlanır ve aşağılanırlar. Kapitalizmin tüm baskı ve ezgisinin bütün biçimlerini katmerli olarak üzerlerinde hissederler. Sınıfsal olarak emekçi ve yoksul oldukları için ezilir ve sömürülürler. Emekçi kesimlerin en alt kesimidirler. Daha katlı bir sömürü ve ezilmedir onlarınki. Etnik kimliklerinden kaynaklı Çingene olarak her yerde ezilir ve baskı görürler. Onlar diğer sömürülenler tarafından da aşağılanır ve hor görülürler. Onlar kelimenin tam anlamıyla “Yeryüzünün Lanetlileri”dirler.

Konumuzun esasını oluşturmamakla birlikte kimdir bu Romanlar? Nereden gelmişlerdir? Niçin sürekli gezerler vb. sorulara çok kabataslak olsa da bakmak gerekiyor.

Romanların kökeni ve tarihi ile ilgili çeşitli iddialar var. En çok kabul gören 2. yüzyılda Hindistan’ın Kuzeyinden başlayan göç dalgalarıyla önce Ortadoğu’ya ardından tüm Avrupa’ya yayılmışlardır. Bunun yanında Ortaçağ Avrupası’nda yaşanan acımasız din ve mezhep savaşları sonucunda yurtlarından koparılıp sürülenler veya katliamlardan arta kalan ve kendilerini göçer durumda bulan büyük toplulukların zaman içerisinde Romanlara katıldıkları bilinmektedir. Yine 13-14 ve 15. yüzyıllarda Kafkasya’dan, Mısır’dan ve Girit adasından kovulan ve çeşitli ülkelere dağılan gezginci toplulukların zaman içerisinde Romanlaştıkları sanılmaktadır.

Bütün dünyada Romanlar Hint-Avrupa dil gurubuna ait olan Romanca’yı konuşurlar. Yazılı kaynakları olmayan bu dil çok inatçı bir biçimde bütün dünyadaki Romanlarca bugüne kadar korunabilmiştir. Romanlar ayrıca gezdikleri birkaç ülkenin dillerini de çeşitli düzeylerde konuşurlar. Örneğin tüm Balkanlardaki Romanların büyük çoğunluğu (Osmanlılığın bir devamı olsa gerek) Türkçe bilirler. Romanların müziği de yazılı kaynaklara dayanmamasına rağmen hemen tüm ülkelerde benzer temalara sahiptir. Yine ekonomik gelişim düzeyleri ve üretim biçimleri birbirine yakındır. Tüm ülkelerde Romanlar benzer meslekleri yapar ve ortak zanaatlara sahiptir.

Romanlar, vatansız sınır tanımayan özgür dünyalılardır. Devletler, sınıflar, ulusal yükümlülükler onlar için bir anlam ifade etmez. Kondukları ve gezdikleri her doğa parçasını kutsal bilirler ve asla hor kullanmazlar. Geçtikleri yerlerdeki halklar tarafından her türlü haksızlığa maruz kalmalarına rağmen hiçbir halka karşı özel bir düşmanlık duymazlar. Her halkın kültüründen bir şeyleri alarak onları dünya üzerindeki farklı ülkelere olduğu gibi yaşadıkları ülkenin farklı yörelerine de taşırlar. Mevsimlere göre belirlenmiş geniş bir bölgede devlet sınırları tanımadan gezerler. Bu göç çizgisi boyunca yerleşik halkların taleplerine uygun olarak çok çeşitli el zanaatları ürünlerini satar ve çeşitli meslekleri yaparlar. Genellikle yok olmakta olan mesleklerin en son temsilcileridirler. Kalaycılık, bakır eşya, tamircilik, lehimcilik, sepetçilik, elekçilik vb. işleri yaparlar. Kadınlar falcılık, dilencilik yanında şarkı söyler ve dans ederler.

Romanlar dünya üzerinde sınır tanımayan özgür topluluklar olduğu kadar, toplum olarak kendi içlerinde de oldukça özgür ilişkilere sahiptirler. Kadın erkek ilişkileri son derece gelişkin ve eşitlik üzerine oturmuştur. Hatta kabile veya aşirete dayalı ortak topluluğun en saygın ulu kişisi topluluğun en yaşlı kadınıdır. Hemen hemen toplulukla ilgili tüm önemli kararları almadan önce bu ulu kadına danışırlar ve onayını alırlar. Kadınların topluluk içerisindeki örgütlülükleri ve aile bütçelerine katkılarından dolayı oldukça güçlü bir otoriteleri vardır.

Romanlarda aile kurumunun karşılığı olan bir kelime yoktur. Klasik çekirdek aile yapısına sahip olmalarına rağmen tüm topluluk bir aile gibidir. Ve topluluk içerisinde bu geniş aileler toplumun tek bir ailede görülen dayanışma ve paylaşım ilişkilerine sahiptir. Çeşitli dönemlerde Çingene krallardan bahsedilir. Ancak hiçbir dönem Çingenelerin ortak bir kralı olmamıştır. Her kabilenin kendi içerisinde seçtiği reisleri vardır. Reisler yaşlılardan oluşan bir danışma merkezi benzeri yaşlılar meclisiyle birlikte kararlar alırlar. Danışma meclisi etkili bir yürütme organı durumundadır. Oldukça gelişkin geleneklere dayanan bir hukuk sistemi ve çok etkili mahkemelere sahiptirler. Topluluk içerisindeki tüm anlaşmazlıklar ve sorunlar bu mahkemeler vasıtasıyla etkin bir biçimde karara bağlanır. Mahkemeler, tüm üyelere açık tartışmalı toplantılarda alırlar. Mahkemelerin kararları, gücünü topluluğun ortak iradesinden alan etkili bir uygulama mekanizmasına sahiptir.

Dünyanın bu özgür insanları kendilerini “Rom” olarak adlandırır. Ancak hiçbir ülkede böyle çağrılmazlar. Her dilde bizdeki Çingene sözcüğüne denk düşen, içinde güçlü bir hor görmeyi taşıyan değişik isimlerle anılırlar. Birçok dilde Çingene sözünün karşılığı cellat anlamını taşır. Geçmişten beri yerleşik halklar tarafından, yanı başlarına konup göçen bu gezgin topluluklar tam anlamıyla “günah keçisi” muamelesi gördüler. Bu durum hemen hemen yeryüzünde gezmeye başladıklarından bu yana böyle süregelmiştir. Yerel halkların tümü için Çingeneler potansiyel suçlulardır. Hiçbir şekilde güvenilmez ve itimat edilmez kimselerdir. Yürekleri ve beyinleri dumura uğratan bir önyargıyla hor görülür ve suçlanırlar. Hırsız, pis, tehlikeli ve uğursuz olarak kabul edilirler. Bu durum her zaman Romanlara karşı toplu saldırılar için zemin hazırlamıştır.

Özellikle gerici ve faşist ideolojilerin tümünde düşman görülenler, Çingene olmakla suçlanırlar. Çingene olmak baskı görmek ve yok edilmek için yeterli bir sebeptir. Irkçılığın ve faşizmin yükseldiği her ülkede Yahudilerle birlikte Çingeneler de katliama uğramıştır. Bütün dünya Yahudi katliamlarını bilir ama Çingene katliamından kimse söz etmez. Aynı vurdumduymazlık ve bilgisizlik ilerici kesimler için de geçerlidir. Faşizmin yükseldiği dönemde Yahudilerle birlikte 500 bin ila 1 milyon arasında Çingene Hitler tarafından yok edilmiştir. Ancak bu katliamdan hemen hiçbir kaynakta çok fazla söz edilmez. Katledilen Yahudiler için özür dilenmiş, tazminat ödenmiştir. Çingeneler için bunlar söz konusu dahi edilmez.

Yerleşik halklarla Romanların ahlak ve adalet kavramları arasında büyük farklar vardır. Romanlar kendi içlerinde güçlü bir sosyal adalet anlayışına sahiptir. Kendi içlerindeki ilişkiler, dışa karşı geçerli değildir. Yerleşiklerin yasalarını da, geleneklerini de kabul etmezler. Yerleşiklerin gelenekleriyle de değerleriyle de alay ederler. Geleneksel ahlak değerlerine ve adalet anlayışına karşı saygısız tavırlarda bulunurlar. Bu durum sürekli aşağılanmalarına bir tepki olarak ortaya çıkar. Öte yandan birçok konuda özgür ve serbest Roman davranışları yerleşikler tarafından saygısızlık olarak algılanmaktadır. Bir yanı yoksulluk ve sefaletin sonucu olan yırtık ve kirli giyim kuşamı bir yanıyla da yerleşik topluluklara karşı bir tepkiyi içinde taşır. Yine düzensiz davranışlar, gürültülü ve küfürlü konuşmalar bu tür tepkisel davranışlardır. Yerleşik toplumlara benzememek, onlardan her konuda farklı olmak gibi kendi kimliklerinin ifadesi olan birçok sembol ve davranış biçimlerini hep korurlar.

Romanların ahlakı ikili bir özellik gösterir. Kendi içlerinde yasak olan birçok şey dışa karşı meşrudur. Yerleşik topluluklar Romanlara karşı ikiyüzlü davrandığından ve onların hiçbir hakkını korumadığı için, Romanlarda yerleşiklere karşı biçimde karşılık verirler. Yerleşik topluluklara karşı çok güçlü bir iç örgütlülüğe sahiptirler. Yasadışı ketum bir iç dayanışma şeklinde dışa karşı her türlü kazanç yolunu meşru kabul ederler. Dıştan gelen her türlü saldırıya karşıda kendiliğinden gizli bir örgütlülük temelinde çok güçlü koruma yöntemleri geliştirirler. Her türlü yasadışı yollarla kazanç temin ederler. Bu durum yerleşik toplulukların onları içine ittikleri koşulların zorunlu sonucudur.

Romanlar inatla kendi kimliklerini ve dışa karşı kapalı yapılarını korumaya çalışmalarına rağmen dış dünyadaki gelişmelerden çok yönlü etkilenmektedirler. Bunun en belirgin sonucu giderek gezginliğin yerini yarı yerleşik veya tümüyle yerleşik hayata bırakmasıdır. Tüm dünyada benzer bir süreç yaşanmakta ve gezginci Romanların sayısı hızla azalmaktadır.

Yerleşik hayata geçen Romanların hem toplumsal hem ekonomik sorunları daha da ağırlaşmaktadır. Yerleşiklikle birlikte horlanma ve aşağılanma azalmaz, süreklileşir. Ekonomik sıkıntılar daha da artar ve yoksulluk derinleşir. Yerleşikliğe geçenler genellikle büyük şehirlerin kenarlarında, bataklıklarda, araba mezarlıklarında, çöplüklerin yakınlarında, kirli sanayi çevrelerinin yakılarında yerleşmek zorunda kalmışlardır. Buralar her türlü sağlık koşullarından yoksun, kanalizasyon su vb. hizmetlerinin yetersiz olduğu, çeşitli hastalıklara açık olan yerlerdir.

Tam yerleşikliğe geçenler, büyük şehirlerin gettolarında toplanmışlardır. Bu bölgeler genellikle her türlü yasadışı işlerin merkezi durumundadır. Zaten şiddetli biçimde horlanan Romanlar aynı zamanda devlet ve kolluk kuvvetlerinin keyfi baskılarının hedefi durumundadır. Romanlar hiçbir zaman askerliğe ısınmamıştır. Askerlikle birlikte eğitim ve okulu da reddederler. Okula giden Roman çocukları okulda sürekli aşağılanma nedeniyle eğitimi yarıda bırakırlar. Eğitim düzeyi çok düşüktür. Roman çocuklarının okula gitmemesinin diğer bir nedeni de ebeveynlerinin çoğunluğunun işsizliğin pençesinde kıvranmasıdır. İşsizliğin en yaygın olduğu kesimlerin başında Romanlar gelmektedir. Çalışanlar ve iş bulabilenler de en pis ve kötü kimsenin yapmadığı işlerde çalışırlar. Fabrika işçiliği, hizmet işleri ve devlet dairelerinde zaten onlara iş verilmez. Onlar genellikle eğlence dünyasında müzik grupları oluşturur veya gittikçe azalan kendi el sanatı ürünlerini satarlar. Kadınlar bohçacılık, işporta ve çiçekçilik yapar. Toplu olarak çöplerden atık toplayıp satarlar.

Cehalet, aşırı yoksulluk, pislik içindeki sağlıksız konutlar, işsizlik yanında sürekli devlet baskısı ve çevrenin sürekli horlaması yerleşikliğe geçen bu özgür toplulukları tam bir imhanın eşiğine getirmiştir. Bu toplumsal ve sosyal koşulların sonucu Romanlarda sigara, alkol ve her türlü uyuşturucu bağımlılığı çok yaygındır. Modern kapitalizm bu özgür insanları fizik ve moral olarak maddi ve manevi anlamda her geçen gün çöküşe sürüklemektedir. İçinde yaşadıkları toplumdan tümüyle izole edilmiş, felaketin pençesinde kendi kaderine terk edilmiş bu topluluklara emekçi olmak, emeğini satacak bir iş bulmaları bile çok görülmektedir. Kapitalist sistem kendi ezilenlerini şovenizmle şartlandırarak sık sık bu yoksul insanlara karşı kışkırtır. Kışkırtılmış insanlar emekçi olmanın bile çok görüldüğü bu topluluklara sürekli baskı ve zorbalık uygularlar. Böylece kendi üzerlerindeki baskı ve sömürüyü katlanılabilecek bir mefhummuş gibi görebilecekleri bir algı geliştirirler. Romanlara bakıp kendi hallerine şükrederler.

Türkiye Romanlarının Sorunları

Türkiye’de yaşayan Romanların sayısı bilinmemekle birlikte oldukça yoğun bir Roman nüfusu yaşamaktadır. Türkiye’deki Romanların küçük bir kısmı hala göçerliği sürdürmektedir. Ancak tüm dünyada olduğu gibi göçerler her geçen gün azalmaktadır. Göçerlikle yerleşiklik arasında kalan yarı göçebe bir kesimde mevcuttur. Yarı göçebe Romanlar yılın belli mevsimlerinde, belli yerlere gezginci olarak gider ve geleneksel mesleklerini icra ederler. Daha sonra tekrar belirli sabit ikametlerine dönerler. Yarı göçebelerin belirli sabit ikamet ettikleri yerler vardır ve asıl geçimliklerini yaşadıkları yerlerde kazanırlar, gezgincilik ek bir faaliyettir. Türkiye’de yaşayan Romanların ezici çoğunluğunu yerleşikler oluşturmaktadır. Bizde asıl olarak yerleşik Romanların sorunlarını inceleyeceğiz.

Türkiye’deki Romanlar yukarıda bahsettiğimiz dünyanın farklı ülkelerinde yaşayan Romanların yaşadığı sorunların katmerlisini yaşamaktadırlar. Dünyada Roman olmak zordur. Ancak Türkiye’de Roman olmak çok daha zordur. Türkiye emekçi yığınları ırkçı-şoven şartlanmalar sonucu yabancı, güçsüz, zayıf olan topluluklara karşı inanılmaz önyargılarla doludur. Resmi ideolojinin kirlettiği toplumsal bilinçte zayıf ve güçsüz olana, bizden olmayana bırakalım saygı göstermeyi, yaşam hakkının kabul görmesi bile zordur. Zaten emekçi yığınlarının kendisi de yoğun bir aşağılanmayı hep yaşamaktadır. Türkiye kadar emeğin ve emekçinin aşağılandığı, horlandığı çok az ülke vardır. Kendisi de sınıfsal konumundan dolayı horlanan kitleler, kışkırtılmış şovenizminde etkisiyle adeta kendi horlanma ve sefaletlerinin intikamını alırcasına ve daha zayıf ve daha güçsüz olan topluluklara karşı, özellikle de Çingenelere karşı kin ve düşmanlık gütmektedir. Nitekim bu düşmanlıklar sık sık saldırganlık biçiminde eyleme dönüşmüştür.

Türkiye’de yaşayan Romanların içinde bulundukları koşulları daha iyi tanımak için, Türkiye toplumunun yabancı ve zayıf topluluklara karşı düşünce ve davranış biçimlerini kavramak gerekir. Çok bilinen bir örnek vardır. Patron müdürünü azarlar, o hızla ustabaşını haşlar, ustabaşı işçiye hakaret eder, hakarete uğrayan işçi hırsını kimseden alamazsa akşam evde karısını döver. Bunun gibi Türkiye toplumunun değişik kesimleri hiyerarşik olarak kendisinden zayıf ve güçsüz kesimleri sürekli aşağılar, hor bakar. Horlananların tümü hıncını alacak başka kimseyi bulamazsa topluca hıncını Çingenelerden alır. Kelimenin gerçek anlamıyla Çingeneler kitlesel ırkçı saldırılara hedef olurlar.

Anadolu’nun birçok şehir ve kasabasında Roman mahalleleri vardır. Bunların büyük çoğunluğu şehir ve kasabaların hemen yanıbaşında yer alırlar. Bu durum şehirdeki yerleşiklerin, Romanları ilk yerleşim döneminde kendi yerleşim alanlarına kabul etmemesinden kaynaklı ortaya çıkmıştır. Özellikle büyük şehirlerde hızlı büyüme ile birlikte bu çeper Roman mahalleleri şehrin merkez bölgeleri haline gelmiş ve büyük bir değer kazanmıştır. Etrafları büyük iş merkezleri ve apartmanlarla çevrili bu derme çatma kulübeler şehrin bir nevi mafyası durumundaki çoğu iktidar partisinin yerel yöneticisi, emlakçı, müteahhit, komisyoncu çetelerin iştahını kabartır derecede rant vaat etmektedir. Bir çok şehirde devlet desteği yetmezse çevre halkı kışkırtılarak bu yoksul insanlar yerinden yurdundan kovulmuş ve buralara zorbaca el konulmuştur.

Benzeri bir saldırı yakın tarihte Adana’da yaşanmıştır. Adana’da Conolar olarak bilinen Roman topluluğu akıl almaz kanunsuzluklarla, tam bir devlet terörüyle bulundukları bölgeden atılmıştır. Tümüyle yerel sermayedarların ve polisin planlı saldırılarıyla karşılaşan Conolar yerlerini korumak için şiddetli direniş gösterdiler. Polisin sürekli ve sistemli baskıları, işkence ve toplu tehditleri, kadınlara sarkıntılık yapması, topyekün taciz sonucu isyan eden Conolar birkaç polisi öldürdüler. Aynı çatışmalarda Conoların ileri gelenleri de öldürüldü. Devlet baskısı daha da artmasına rağmen Conolar direnişlerini sürdürerek yerlerini terk etmediler. Çaresiz kalan devlet ve mafya çeteleri, çevredeki halkı örgütleyerek ve kışkırtarak bu yoksul ve direngen insanların üzerine saldırttı. Kışkırtılmış kalabalıklar kitlesel olarak Conoları tam bir kuşatma altına aldı. Burjuva Medya tarafından olaylar kamuoyuna “ahlaksız, hırsız, cani, konumsuz Çingenelere” karşı öfkeli halkın tepkisi olarak yansıtıldı.

Adana’daki olaylar aylarca devam etti. Açık devlet terörü ve kışkırtılmış çevre halkının desteğiyle bu insanlar yerlerinden kovuldular. Böylesi iğrenç bir haksızlık karşısında kimse kılını bile kıpırdatmadı. Conolar tümüyle yalnız kaldılar. Hiçbir kişi, kurum, örgüt onları desteklemedi. Haksız ve pis bir saldırıya uğradıkları, evlerinden kovuldukları halde tutuklanan ve yargılananlar da onlar oldular. Koskoca Türkiye’de insan hakları kuruluşları da dahil olmak üzere kimse onlara sahip çıkmadı. Bütün bu baskılara karşı bir anne ve genç kızı tüm toplumun suratına haykırırcasına öfke ve nefret kusan bir protestoda bulundu. Kalabalık bir caddede çırılçıplak soyunan bir Roman kızı gögüslerini jiletle kesti. Bu protesto çok şeyi anlatıyor. Bu insanların nasıl kuşatıldıklarını, nasıl boğulma durumuna geldiğini, nasıl bir çaresizliğin böyle bir eylem yapmak zorunda insanları bırakabileceğini anlatıyor. Roman genç kızı soyunup kendisini jiletle keserek, bu toplumun ahlak ve namusunun ikiyüzlülüğünü bütün çıplaklığıyla ortaya sermiştir.

Türkiye Romanları, her türlü aşağılanmaya, devlet terörüne, kitlesel ırkçı saldırılara rağmen güçlü yaşama azmini, yaşama tutkulu bağlılıklarını, asırlardan beri getirdikleri neşeli mizaçlarını inatla koruyorlar. Bin yıllardan bugüne taşıdıkları eğlence ve müzik kültürleri, şarkıları ve danslarıyla üzerlerindeki baskılarla adeta alay ediyorlar. Ancak kapitalizmin acımasız çarkları onların manevi ve kültürel dünyasını her geçen gün kemirmektedir. Romanlar bugün büyük oranda işsizlik ve yoksulluk içindeki geniş emekçi halkımızın bir parçası haline gelmiştir. Sorunları da temel olarak işçi sınıfının ve yoksulların sorunlarıyla iç içe geçmiştir. İşçi sınıfının başını çektiği topyekun devrimci kurtuluş mücadelesi Roman halkının da tek kurtuluş yoludur.

Aynı zamanda Romanların ırkçı baskılar ve ikinci sınıf insan muamelesi görmelerinden dolayı güçlü kimlik ve kültür sorunları vardır. Sınıfsal olarak emekçi sınıfların kurtuluşuyla bütünleşseler de ayrı kimlik ve kültür kavgalarını inatçı bir biçimde devam ettirmektedirler. En çok entegre oldukları bölgelerde bile her şeyiyle Romandırlar. Her türlü tükenişe, sefalete rağmen farklılıklarını korumaya devam ediyorlar. Romanların ekonomik ve sınıfsal sorunlarının yanında göz ardı edilemeyecek önemde kimlik ve kültürel sorunları vardır.

Türkiye devrimi tükenişin eşiğine getirilen bu özgürlük tutkunu topluluğa karşı görevlerini yerine getirmemiştir. Romanlara yönelik baskı ve aşağılamalara karşı mücadele etmek bir yana toplumla benzer önyargıları sol bile bilincinin bir tarafında taşımaktadır. Nitekim bunun somut örnekleri vardır. Geçtiğimiz yıllarda İHD İstanbul’da bir gece düzenlemişti. Bu gecede bir duyarlılık örneği olarak, Türk-Kürt, Arap, Çerkez, Azeri, Yahudi, Ermeni müzik gruplarının yanında birde Çingene müzik grubunu davet eder. Her ulusun müzik topluluğu sahneye çıktığında büyük alkış alır. Çingene müzik topluluğu sahneye çıktığında ise inanılmaz bir şey olur ve yuhlanırlar. Bu protestoda yapılan müziğe “yoz müzik” benzeri ilkel bir eleştirel bir yaklaşımın etkisi olsa bile asıl bilinçaltında yerleşmiş Çingenelere karşı küçümseyici şoven tortulardır. Hemen bütün dünyada Romanlar demokrat ve ilerici eğilimlerin doğal müttefikidir. Demokrasi ve özgürlük ona en çok ihtiyaç duyan ezilen ve horlanan kesimlerin talebidir. Doğru tarif edilen somut ve birleştirici bir demokrasi mücadelesi Romanlar tarafından büyük destek görecektir. Dünyanın her yerinde en çok ezilen ikinci sınıf olarak görülen topluluklar devrim mücadelesine kazanıldıklarında bu mücadeleye bir daha terk etmemek üzere büyük bir inançla sıkı sıkıya bağlanmışlardır. Ezilen Romanlar da Türkiye devriminin en sadık müttefikleridir.

Kaynak: Hedef Dergisi, Sayı: 37, 1994








13 Şubat 2021 Cumartesi

İran Kadınlarının ve Özgürlüğün Şairi; Füruğ Ferruhzad


1967’de, otuz iki yaşında, bir trafik kazası sonucunda hayata veda eden Füruğ, beş şiir kitabıyla sadece İran’da değil tüm dünyada ezilen kadınların sesi olmuştur. Şiirlerinde İranlı kadınların yaşamını, baskıcı şah yönetimine karşı isyanları işleyen Füruğ doğa ve yalnızlık üzerine de bohem sayılabilecek üretimler yapmıştır.
Kara Ev adlı belgesel filmle yönetmenlik koltuğuna da oturan şair, “Tahran Cüzzamlılar Evi”nde cüzzamlıların yaşamı üzerine dikkat çekmek için belgesel hazırlar. Belgeselde “Cüzzam yoksulluğu sever” sözü dikkat çekicidir.
Füruğ’un kısacık yaşamı birçok üretimle dolu. O "başarıyı" ve tanınmayı değil sadece üretmeyi kendisine hedef almıştır. Bir röportajında “Nerelerde başarılı olduğumu bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum. Çünkü geçebilmeliyim. Şiir akıntıdır, gidiştir. Başarılı olmak fikri insanı aldatıyor. Gururlu ve durgun yapıyor. Ben yaşamak istiyorum ve yeni şeyler üretmek” demiştir.
Kısa yaşamından kalan ve kadınlara, ezilenlere ilham olan şiirleri hâlâ bizimle…
Kitapları: Esir (1952), Duvar (1956), İsyan (1957), Yeniden Doğuş (1964), Soğuk Mevsim (yarım kalan eser).
Emektar Daktilo

10 Şubat 2021 Çarşamba

Yağmanın yeniden dağıtımı



Kapitalizmde, zenginlik yağmadır. Yaygın olarak “yağmalama” diye adlandırılan şey bu zenginliğin yeniden dağıtımıdır.

Bir anlığına, yağmalamayı ahlaki bir sorun olarak düşünmeyi bırakıp maddi kaynakların nasıl dağıtıldığı açısından düşünelim sadece.

Her tür temel ürüne ihtiyacı olan milyonlarca insan var: gıda, ilaç, kıyafet, elektronik vb. Bu mallar aslında bol miktarda; ancak şirketler tarafından istiflenmekte, depolarda ve perakendecilerde stoklanmakta. Karşılanmayan oldukça fazla ihtiyaçların arasında toz toplayarak duruyorlar.

Bu savurganca. Bu malları onlara ihtiyacı olan insanlara ulaştırmak boş boş raflarda durmasına izin vermekten çok daha iyi olurdu.

Daha ileri götürebiliriz: ABD’deki servetin tamamen eşitsiz dağılımı vahşice savurgan. Bu, tüm yaşamı boyunca bile iyi bir şekilde değerlendiremeyecek küçük bir azınlık için insafsız bir servet birikimi anlamına gelirken, geniş çoğunluk maddi yoksunluktan, en temel ihtiyaçlarını karşılama konusunda endişeden acı çekiyor. 100 kişiden oluşan bir kafede yemeklerin %95’i 3 kişinin tabaklarına bölüştürülürken, geri kalan 97 kişinin kalan %5 için savaşmasına benziyor. Sadece haksızlık değil aynı zamanda aşırı derecede ziyankar.

Gerçekten de Chicago’nun güney yakasındaki bütün büyük marketler haftasonu boyunca yağmalandı. Pazartesi günü tüm rafları boştu ve kepenkleri inmişti. İnsanlar marketleri yağmalarken- raflardaki süt, yumurta, ekmek vb.lerini alıyorlardı- iki aylık karantinadan sonraki yaşam koşullarını haykırıyorlardı, ama bu yağmanın gerçekte ne anlama geldiğini de ortaya seriyor.

Halk sağlığı krizinin ortasında işsizliğin hızla artmasına ve işçi sınıfının gelirleri düşmesine rağmen, yetkililer kira ödemelerini, ipotek ödemelerini, borç servislerini, kamu hizmetlerini askıya almadılar. Sonuç olarak, görünen durumdan öte halk kitleleri temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için mücadele ediyor. Aynı zamanda da milyonerler servetlerini artırıyorlar. [çn- 47 milyon kişi işsiz kalırken, Jeff Bezos servetini 46,4 milyar dolar artırdı.)

Bu gidişat sürdürülmeyi hak etmiyor. Aksine, bu şartlar altında zenginlerden fakirlere hemen her türlü kaynak akışı mübahtır.

Şimdi bazıları bunu dağıtım açısından tamamen doğru bulsa da nihai malların sadece onlara ihtiyacı olanlar tarafından alındığı bir durumda kimin mal üretmeye devam edeceğini sorununu ele alacak.

Ama burada Marksist olmalıyız: ilk başta bu malları kim üretiyor? Onları kim taşıyor? Onları kim raflara yerleştiriyor? Onları kim tasarlıyor? Üretim sürecini kim düzenliyor? Bu malların yapıldığı hammaddeleri kim çıkarıyor?

Şirket hissedarları değil. Dünyanın her yerindeki Jeff Bezos ve Elon Musklar değil. Bütün bunları işçiler yapıyor.

İşçiler, emeklerinin yarattığı muazzam zenginliği elde edememelerine rağmen tüm bunları yapıyor. Bunları, işlerinden elde ettikleri ücretten düzenli olarak daha fazla servet üretmelerine rağmen yapıyorlar. Şirket gelirinin büyük kısmını emek harcamadan cebine atan açgözlü patronlardansa bu zenginliğe ihtiyacı ihtiyacı olan diğer işçilerle giderek daha fazla ilgililer.

Ancak sınırsız yağmalama kesinlikle kapitalizmin üretim süreçlerini bozar, değil mi? Kapitalistler neden sermaye yatırmaya ve kar elde edemezlerse işçilere mal üretmeleri için ödeme yapmaya devam edecekler?

Bu sorulara kendimize yönelteceğimiz birkaç soru ile cevap verebiliriz: kapitalizmi neden düzeltmek isteyelim? Neden üretimin yalnızca emekçi olmayanlar için –sömürü yoluyla- yeterli kazanç getirdiği tahammül edilemez bir durumu sürdürmek isteyelim? İhtiyacımız olan şeyleri elde etmek ve yaptığımız işten gelir elde etmek için neden aylak yönetici sınıfa fidye ödemek zorunda olalım?

Sosyalizm aracıyı ortadan kaldıracak. Basitçe söylersek, üretim işçi sınıfının kontrolündedir. Bu işçi sınıfının ihtiyaç duyduğu şeyleri ürettiği ve ürettiklerini koruduğu anlamına gelmektedir. Kaymağı sıyıran kapitalistler yok. Bizi güvencesiz koşullar altında – daha fazla zengin olabilsinler diye- kendileri için kar üretmeye üç kuruşa çalışmaya zorlayan parazit bir hakim sınıf yok.

Hırsızlığın ahlakiliği üzerine soyut zorlamalar yerine, yaşamın en temel gereksinimlerine erişmek için insanları “yağmalamaya” zorlayan bir sisteme nasıl alternatif yapılacağını sormalıyız.


Kaynak: https://rampantmag.com/2020/06/04/the-redistribution-of-loot/

Çeviren: Aslı PolatTyler Zimmer | Komün Çeviri

9 Şubat 2021 Salı

'Güzel ruhlu' Dostoyevski okuru




'Güzel ruhlu' Dostoyevski okuru
Konu Dostoyevski olunca, aceleyle kesin bir karara varmanın riskler taşıdığı ince bir çizgi var gibi görünüyor. Aslına bakılırsa, düşünürler konusunda açıklamaya direnen egzantrik tutumlara ılımlı yaklaşmakta hiçbir sakınca yok. Düşünür bazen bir aracı olur düşünce sevgisine, kişi düşünürü sevdiğini düşünürken düşünceyi sevmiş olur. Hegel’in aklın kurnazlığı dediği şeyin en hoş formlarından biri olabilir bu. Diğer yandan, bir okur için Aristoteles’in trajediye özgü olduğunu söylediği, anagnorisis, bir tanıma anı da var sanki: Yakından uzağa, kendinde’den kendi için’e. Öyle sanıyorum ki, bu kritik andan geçmeyen bir okur, yazarını tam olarak tanıyamaz. Kaybetmekten endişe duyduğu bir nesneyle iş görür, endişe düzeyi arttıkça hırçınlaşır.

Fırat Mollaer

“Geçen yıl Puşkin Festivali’nde Dostoyevski, Puşkin’in bir peygamber olduğunu söylemişti ama o bu sıfatı daha çok hak ediyor.”

V. S. Solovyev


“Bir tanrıyla karşılaşacağımızı sanırız.”

André Gide

“Schiller’in güzel insanlarında hep böyledir: Son ana dek yüceltirler insanı…madalyonun öteki yanını sezinler gibi olsalar bile…”



Dostoyevski, Suç ve Ceza

EDEBİYAT CUMHURİYETİ PATHOS'U

Cemal Süreya, Doğan Hızlan’la eski TRT’de yaptıkları söyleşide şöyle diyordu: “1931 yılında doğdum. 1937 yılında annem öldü. 1944 yılında Dostoyevski’yi okudum. O gün bugün huzurum yoktur. Biyografim bu kadar.” Bu yalın ve çarpıcı biyografide şaire has bir öznellik seziliyor. Dostoyevski okuma deneyimi, şair ve yazar biyografilerini süsleyen edebi tecrübelerden biri olmuştur. Fakat şuraya da dikkat: “Doğdum”, “öldü”, (bu belirleyici yaşam döngüsünün hemen ardından) “okudum” ve “o gün bugündür huzurum yoktur.” Tekil bir şairin öznelliğinin yanı sıra büyülenmiş bir okurun deneyimi de var bu sözlerde.

Bu deneyim, çoğu zaman, tek bir okurdan ziyade bir topluluğu, okurlardan müteşekkil bir edebiyat cumhuriyetini ifade eder: Dostoyevski okurları cumhuriyeti ve pathos’u. Bazen klişeye de dönüşebilen “bir kitap okudum hayatım değişti” öykülerinin kaynağı olarak modern dönemde tek bir yazar gösterilmeliyse, o yazar Dostoyevski olacaktır herhalde. Dostoyevski sadece metniyle değil metne belli bir pathos’la yönelen okurda yarattığı deneyimlerle de tarihin en özgün yazarlarından biri olmalı. Nasıl Dostoyevskiyen diye bir metinsel tutum varsa, belli bir Dostoyevski okuma deneyiminden (ya da deneyimlerinden) de söz edilebilir pekâlâ.

GÜZEL RUH

Dostoyevski, Çara karşı suikast planlayan yasadışı bir örgütün üyesi olduğu suçlamasıyla atıldığı cezaevinden 1854’te çıktıktan sonra, sağlığına kavuşuncaya kadar bir süre geçirdiği Omsk’ta yazdığı mektuplarda, Hegel’in bir kitabını özellikle ısmarlar: “Carus’u gönder, Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’ni, bunları gizlice gönderebileceksen aralarına kesinlikle Hegel’in Felsefe Tarihi’ni de sıkıştır. Bütün geleceğim buna bağlı.” En kapsamlı Dostoyevski biyografisi yazarlarından biri olan Joseph Frank, bu son cümledeki aciliyeti, Dostoyevski’nin “çeviri yoluyla, dikkat çekmeden yeniden yayın dünyasına girme planının parçası” olarak yorumluyor. Frank’ın belirttiği gibi, Dostoyevski diğer mektuplarında Hegel çevirisi planlarından söz eder.

Hegel mevzusu pek çok Dostoyevski yorumcusunun kafasını kurcalamıştır yine de. Hattâ Dostoyevski’nin sanatı Hegelci felsefeye o kadar fazla sıkıştırılmaya çalışılmıştır ki, Mihail M. Bahtin ünlü kitabının daha ilk bölümünde bu sorunları ele almak ve “Dostoyevski poetikası”nın özgünlüğünün Hegelci diyalektiğin çerçevesiyle anlaşılamayacağını ayrıntılı bir biçimde ortaya koymak zorunda kalmıştır. Bahtin, “felsefi monolojikleştirme” olarak adlandırdığı yaklaşımın Dostoyevski romanının çoksesli ve diyalojik doğasını kavramaktan aciz olduğunu vurgular. Dostoyevski romanı, karşıtlıkları nihai bir sentezde aşmaya yönelen diyalektiğin dünyası değil, seslerin bastırılmadığı daimi diyalog evrenidir.

Bizim asıl meselemiz şu: Dostoyevski’nin Hegel felsefesiyle ilişkisi -özellikle tarih felsefesi açısından- bir muamma olsa bile Dostoyevski okurunun bu felsefenin bir kavramıyla akrabalığı oldukça açık görünür: “Güzel ruh.” Güzel ruh, Hegel’in fenomenolojisinde eylemden, temsilden ve aktüel varoluştan yoksun, içeriksiz bilinç durumlarından biridir. Hakiki bir bilinç ve tanıma durumuna ulaşmak için kaçınılmaz olan somutlaşma, nesnelleşme veya içerik kazanma süreçlerinden uzak duran, fakat böyle yaparak kendi gerçekliğini kaybeden, salt tikel, olumsuz ve sınırlı bilinç biçimine gerileyen öznelliktir. Güzel ruh, gerçekleşmiş (aktüel) varoluştan, eylemden ve dolayısıyla çelişkiden kaçan, sözde güzelliğini bu kirlenmemişliğe borçlu olan “cici” varlıktır.

Dostoyevski'nin Batı Eleştirisi,Bruce Ward, Çev: Güneş Ayas 270 syf., İthaki Yayınları, 2018.


GÜZEL RUHLU OKUR

Hegel farklı felsefi amaçlar için kullanmış olsa bile, güzel ruh, bir yazar-düşünürün etrafında oluşan hâlede, o sıcak aurada da bir yaşam bulur. Kudretli yazar-düşünürlerin okurlarının kendileri hakkındaki algıları üzerinde yarattıkları etkiden söz ediyorum. Dostoyevski okuru bu okurların bilinen en iyi örneklerinden biri olsa gerek. Bahsettiğim okur aynı zamanda “güzel ruh”lu bir varlıktır.

Bu okur Dostoyevski’nin gerçek siyasi varoluşu ve eylemiyle hesaplaşmaz. Ona göre Dostoyevski’ye aktüel varoluştan bağışık, kirlenmemiş bir güzellik nazarıyla bakılması gerekir. Dostoyevski bu varoluştan ne kadar bağışıksa o kadar cicidir: Cici Dostoyevski.

Ateşli Dostoyevski-Tolstoy tartışmalarından aşinayız. Dostoyevski okuru bir parça fanatik de olabilir. Dostoyevski, kendinde, açıklanamaz, metafizik bir büyüyle sizi yakın okumaya doğru yönlendirir. Hattâ ahir zaman peygamberi gibi bir misyonla tutar, kaldırır. Varoluşçu ve metafizik Dostoyevski yorumlarının peygamberane yazarı. Hayatının sonuna doğru yaptığı Puşkin konuşması bu imgenin tecessüm etmiş halidir. Stefan Zweig bu imgenin oluşumunu şöyle kaydeder: “Büyülü bir sarhoşluk içerisinde, büyük bir coşkunlukla başladı konuşmasına (…) derin bir heyecanla (…) Toplulukta bulunanlar, duydukları heyecandan dize geldiler önünde; bir sevinç ve heyecan dalgası titretmişti bütün salonu; kadınlar ellerini öpüyorlardı; öğrencilerden biri ayaklarının dibine düşerek bayıldı.” Dostoyevski konuşma hakkında Tatyana’ya yazdığı mektupta bunu teyid eder. Dinleyiciler Dostoyevski’ye yaklaşırlar ve “siz, siz, siz, bizim azizimiz, peygamberimizsiniz” derler, kalabalık “peygamber, peygamber” diye cezbeye gelir. Dostoyevski bunları büyük bir coşku ve sevinçle aktarır.



Mihail M. Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, çev. Cem Soydemir, 400 syf., Metis, 2015.



MİSTİK OTORİTEDEN SANATSAL YETKİNLİĞE

Berlin’de felsefe dersleri veren Hegel’in büyük ihtimalle hiç karşılaşmamış olduğu bir pathos ve teveccüh! Felsefeyi bırakın, herhalde başka hiçbir yazar kendisine yönelik adeta huşû duygularıyla akan böyle bir yücelik selini yaratmayı başaramaz. André Gide, erken bir tarihte kaleme aldığı “Yazışmalarına Dayanarak Dostoyevski”de (1908) bahisleri yükseltir: “(Dostoyevski’ye yöneldiğinizde) Bir tanrıyla karşılaşacağımızı sanırız.”

Anlaşılabileceği gibi söz konusu cazibede Max Weber’in “karizmatik” diyebileceği türden bir otorite var gibi görünüyor. Bu otorite tıpkı Dostoyevski’nin Rusyası gibi “bunalım dönemlerinin doğal önderleri” olan, doğaüstü yeteneklere sahip olduklarına inanılan, sadece “taşıdığı misyona dayanarak itaat ve yandaş kitlesi isteyen” ve bazen ilahi misyona da yasalanabilen bir etkide temellenir. Fakat Dostoyevski’nin çekiciliğinin nedenleri bununla sınırlı sayılmaz. Söylemesi bile gereksiz, bir de tartışılmaz sanatsal yetkinlik ve yaratıcılık boyutu var. İlk büyük Dostoyevski yorumcularından biri olan Bahtin’in Dostoyevski Poetikasının Sorunları eserindeki Dostoyevski’si mesela. Bahtin, Dostoyevski romanının Batı’daki en etkili edebi-sanatsal “model” olduğunu yazar. Buluş, monolojik roman biçimlerine karşı “çoksesli roman”dır. Bahtin’e göre, birbirinden çok farklı ideolojilere sahip, hattâ Dostoyevski’ninkine düşman bir ideolojinin içinde düşünen isimlerin onun izinden yürümelerinin nedeni tam da bu buluşu mümkün kılan “sanatsal irade” ve “yeni sanatsal tahayyül ilkesinin çekiciliği”dir. Bahtin’in okuması, Dostoyevski’nin sanatının kuramsal sorunlarıyla sınırlı olan, tarihsel sorunları tümüyle ve bilinçli bir analitik tutumla dışarıda bırakan bir okumadır.

YAKIN OKUMA: BİRİCİK DOSTOYEVSKİ

Yakın okuma bundan farklı bir okumadır. Yakın okumanın Dostoyevski’sinde de bir hakikat anı var, olmalı, bunu her okuru hissetmiştir. Özelleştirici ve kamusal olandan yalıtan bir an da var ama. Bu okuma sınırlı bir tanımaya işaret eden kendinde Dostoyevski’yi varsayar. Hegelci anlamda kendinde’dir, kamuya, öznelerarasılığa açılmaz. Benim Dostoyevskim dersiniz, biriciktir. Gecelerin, kamusal alanlardan çekildiğimiz anların Dostoyevski’si. Odasına çekilmiş, muhayyilesi geniş, yalnız kitap kurtlarının, o naif erkekler ve kadınların Dostoyevski’si. Rusya’da Çarlık otokrasisinin iyice palazlandığı bir dönemde milliyetçi muhafazakârlığın muhtemelen en ateşli söylevlerinden biri olan Puşkin konuşmasını yapmamış, Bir Yazarın Günlüğü'ndeki siyasi yazıları kaleme almamış, Slavcılarla dirsek temasında bulunmamış, popülist “halkın doğruları” tezini evsiz olduğunu iddia ettiği modern Rus aydınının yabancılaşmasına reçete olarak ileri sürmemiş (tarihsiz) bir Dostoyevski.

UZAK OKUMA: TARİHSEL DOSTOYEVSKİ

Frank’ın bir ustalık eseri olan Dostoyevski kitabının alt başlığı sanki böyle yorumlara karşı bir tutum alma niyetiyle belirlenmiştir: Çağının Bir Yazarı. Zweig’ın naklettiği, kitlesel ve dinî bir cezbeyle dinlenen Puşkin konuşmasının ideolojik arka planını Frank aydınlatır. Aslında o festivalde Dostoyevski’nin tarihsel rakibi olan Turgenyev’in konuşması da büyük bir tezahüratla karşılanmıştır. Festival gitgide Turgenyev ile Dostoyevski arasında bir meydan savaşına dönmüştür. Bu mücadelenin ardında ise, on dokuzuncu yüzyıl Rusyası’na damgasını vuran büyük bir ideolojik çatışma cereyan etmektedir: “Tartışma, dinleyenlerin çok iyi anladığı gibi, ancak pek küçük bir bölümüyle bir edebiyat adamıyla (Puşkin’le) ilgiliydi; aynı zamanda Rus kültüründe bütün bir on dokuzuncu yüzyıl boyunca sürmüş, uzun zamandır var olan Batılılaşma-Slavcılık tartışması da yeniden ısıtılmıştı. Bu olayda tarihsel davayı kimin kazandığı açıktır: zaferi Dostoyevski kazanmıştır! Dinleyici kitlesine o kitlenin duymak istediği şeyleri söyledi, kendisini bile şaşırtan bir zafer kazandı.”

Dostoyevski Çağının Yazarı, Joseph Frank, Çeviri: Ülker İnce 997 syf., Everest Yayınları, 2016.


Bu zaferde Rus düşünce tarihi uzmanı Andrzej Walicki’nin “Dostoyevski’nin Ortodoks ütopyası” olarak adlandırdığı olgunun Rusya’daki hâkim ideolojik eğilimlerle kesişmesi başrolü oynamıştı: “Dostoyevski’nin Ortodoks ütopyasının ikide bir karşılaşılan nakaratı (aynı zamanda Slavseverlerin ütopyasının bir teması olan) halka dönme, ‘yerli toprağa’ dönme düşüncesiydi.” Puşkin konuşmasının amacı da, Puşkin’in eserlerinde var olan (yabancılaşmış) “Rus avareleri” ile “halkın doğruları”nı temsil eden müspet Rus kahramanları arasındaki çatışmaların esas gayesinin halka, toprağa, Rus tarihsel misyonuna dönüş olduğuna dinleyicileri ikna etmekti.

Güzel ruhlu okura sevimsiz ve soğuk görünen uzak okumanın alanındayız. Burada yazar tarihselleşir ve ideolojilerin dünyasına açılır. Okur ise, bir gündüz okurudur. Büyüye kaptırmaz kendisini, sanatsal yetkinliğe hayranlık duysa ya da düş görse de, gündüz düşleri bunlar. Uzak okuma, Dostoyevski literatüründe sorunu tarihselleştirmeye uğraşan çalışmalarda ortaya çıkar: Naif okurun idealleştirdiği kişi, bir on dokuzuncu asır adamıdır, o asrın tarihsel eğilimlerinden ve ideolojilerinden bağımsız değildir. Böylece deyim yerindeyse ayakları havada olan Dostoyevski’nin ayakları yere basar, bir tür büyüyle ya da dini cezbeyle tanrılaştırılan yazar insanlaşır.

Burada Dostoyevski okurun niyetlerini tartışırken, Bahtin’in yaratıcı sanatkâr Dostoyevski’sini yeniden hatırlamalı ve bunları birbirinden ayırt etmeli. Bahtin sonrasında yirminci yüzyıldaki en yetkin Dostoyevski yorumcularından biri olan René Girard’ın terimleriyle Dostoyevski “romantik yalan”ın değil “romansal hakikat”in peşindedir. Bunu yaparken arzuyu, ötekinin konumunu, benin ötekiye tinsel ve varoluşsal ihtiyacını, aynı zamanda nasıl bir on dokuzuncu yüzyıl insanı olduğunu açık kılar. Girard, varoluşçu ve romantik okurlarının Dostoyevski’nin bildirimini temelden yanlış anladıklarını, romansal yapıtı romantik yapıtla birbirine karıştırdıklarını ikna edici bir biçimde dile getirir. Nasıl güzel ruhlu okur onu tarihselliğinden yalıtıyorsa, bu okur da yazara kendi romansal hakikatinde bulunmayan bir kendiliğindenlik, ötekisiz özgürlük, tanrısallık, tek kelimeyle bir “romantik yalan” atfediyordur. Bu romantik ruhlu okur, güzel ruhlu Dostoyevski okurunun ikizidir.

DOSTOYEVSKİ OKUMALARININ SEYRİ

Bu uzak okumanın bilincine bir kez varıldığında, önceki Dostoyevski, tarihsiz bir kozadaki yazar gibi görünmeye başlar. Ancak şu da var ki, egemen olan popüler Dostoyevski imajı yakın okumanınkidir. Dostoyevski yorumlarında edebi-metafizik boyutla siyasi-tarihsel boyut arasındaki bir irtibatsızlık vardır ve ilk boyut diğerine galebe çalar. Siyasi-tarihsel yönüyle karşılaşılmak istenmediğinden üzeri örtülen bir yazar: “Hayır, hayır, benim Dostoyevskim öyle düşünüyor olamaz...” Dünyanın gerçekleriyle karşılaşmak istemeyen Hegelci “güzel ruh” ve onun soyut evrenselciliği.


Oysa iyi bakıldığında Dostoyevski’nin evrenselciliğindeki emperyal tavır da ayırt edilebilir. Dostoyevski, büyük bir yankı uyandıran o konuşmada Puşkin’e evrensel bir mahiyet arz eden büyük Rus tarihsel misyonunun habercisi olarak saygı duruşunda bulunur. Bu konuşmanın kitlelerde uyandırdığı pathos da büyük ihtimalle Puşkin’in Rusya’nın değerleriyle ve Mesihlik misyonuyla özdeşleştirilmesinden kaynaklanmaktadır.

Ahmet Hamdi Tanpınar, On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde Namık Kemal’in karakterlerinin şematikliğini ve cansızlığını anlatmak amacıyla (Raskolnikov’u kastederek) “ama Dostoyevski böyle yapmıyordu (…) romanında insan ızdırapları namına orospunun ayağını öpen bir kahramanı vardı” der. Tanpınar’ın meramı açık olsa bile ekleyelim: Ayağı öpülen Sonya, Tanpınar’ın anlatmaya çalıştığı canlılığı ve somutluğu yerel boyutlarıyla da yansıtan bir karakterdir. Mâlûm, Raskolnikov bir fikrin peşinden koşar, bu yolda “Suç Üzerine” başlıklı bir yazı da kaleme almıştır: Olağan insanlardan ya da halktan keskin bir biçimde ayrışan “olağanüstü insanlar”ın yasayı ihlal etme ya da “suç işleme hakkı.” Düşüncede kalmaz, on dokuzuncu yüzyılda Schiller’den Napolyon’a Batıda dolaşıp duran, yani Batı menşeili olduğu açık görünen bu fikri dener, uygulamaya koyar bilindiği üzere. Çağdaşı olan Rus aydınlarının sosyalizmden anarşizme birçok Batılı fikri denediği gibi. (Dostoyevski'nin roman kahramanları bir ideolojiler çağı olan on dokuzuncu yüzyılın deneyselliklerinin panoraması gibidir.) Sonuç: Raskolnikov’un modern Batılı bir fikir neticesinde meydana gelen sarsıntılı ruh buhranları ve ardından Sonya’ya ve ailesine, olağan insanlara, halka daha farklı bir anlayışla yönelmesi. Sonya ve ailesi neredeyse bütün Dostoyevski romanlarında geçen, düşkün ama kendinde bir cevher taşıyan, potansiyellerinin harekete geçmesi için yapısal bir dönüşüme ihtiyaç duyan tipler. Tıpkı Dostoyevski’nin Rusya’nın tarihsel misyonu için düşündüğü gibi: Bir tutam “yalnız ve güzel ülkem” kalıbından alınız, ona bir ölçü Oğuz Atay’ın Günlükler’indeki “Batıdan farklı bir fikri ifade etmeyi nasıl becermeli?” sorusunu katınız, popülist heyecanlara sahip bir Dostoyevski tadı elde edeceksiniz. Farklı politik coğrafyalarda birbirine benzer tezahür eden modernlik eleştirisi kalıpları. Dostoyevski’de popülizm, modernlik eleştirisine bitişik durur. Peki Raskolnikov’un yabancılaşmadan kurtuluşu, Rus evine dönüşe hiç mi benzemiyor? Sonya ve ailesine yönelişi, Rus evini de temsil ediyorlar veya başka bir yerde dediği gibi halkın doğrularını. Dostoyevski’nin eve dönme kalıbı.

Sonuç olarak, Dostoyevski’de hep iki düzeyli örülür iş: Evrensel-tikel. Soyut evrenselciliği kof bulan bir yazar/düşünür için tutarlı bir örgü. Bu örgüyü ıskalayıp Dostoyevski’yi kendi yorumunun hilafına okuyanlar, güzel ruhlu okurlar. Bruce K. Ward, Dostoyevski’nin Batı Eleştirisi’nde bizi bu metafizik ve siyasi olmak üzere iki uca dağılmış Dostoyevski okumalarına karşı uyarır. Ward, Batı sorunu Dostoyevski’de öyle merkezidir ki der, Budala’nın önemli sayfalarından birinde Prens Mişkin’i Batının krizine yönelik uzun uzun konuşturmasının oluşturduğu estetik uyumsuzluk da, Dostoyevski sanatının ve genel olarak roman sanatının en güzel örneklerinden biri olan Karamazov Kardeşler’in “Büyük Engizisyoncu” bölümü de doğrudan bu sorunla ilişkilidir.

Sonsöz: Sevgi ve Tanıma

Konu Dostoyevski olunca, aceleyle kesin bir karara varmanın riskler taşıdığı ince bir çizgi var gibi görünüyor. Aslına bakılırsa, düşünürler konusunda açıklamaya direnen egzantrik tutumlara ılımlı yaklaşmakta hiçbir sakınca yok. Düşünür bazen bir aracı olur düşünce sevgisine, kişi düşünürü sevdiğini düşünürken düşünceyi sevmiş olur. Hegel’in aklın kurnazlığı dediği şeyin en hoş formlarından biri olabilir bu. Diğer yandan, bir okur için Aristoteles’in trajediye özgü olduğunu söylediği, anagnorisis, bir tanıma anı da var sanki: Yakından uzağa, kendinde’den kendi için’e. Öyle sanıyorum ki, bu kritik andan geçmeyen bir okur, yazarını tam olarak tanıyamaz. Kaybetmekten endişe duyduğu bir nesneyle iş görür, endişe düzeyi arttıkça hırçınlaşır.


Metinde Geçen Kaynaklar




Ahmet Hamdi Tanpınar, On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Çağlayan, 1997.


André Gide, Dostoyevski, çev. Bertan Onaran, İstanbul: De, 1965.


Andrzej Walicki, Rus Düşünce Tarihi-1760-1900: Aydınlanmadan Marxizme, çev. Alâeddin Şenel, Ankara: Verso, 1987.


Bruce K. Ward, Dostoyevski’nin Batı Eleştirisi, çev. Güneş Ayas, İstanbul: İthaki, 2018.


Dostoyevski, Suç ve Ceza, çev. Ergin Altay, İstanbul: İletişim, 2004.


Hegel, “Tin”, Tinin Görüngübilimi, çev. Aziz Yardımlı, İstanbul: İdea, 1986.


Hegel, “Morality”, Hegel’s Philosophy of Right, çev. T. M. Knox, Clarendon Press, 1942.


Joseph Frank, Dostoyevski: Çağının Bir Yazarı, çev. Ülker İnce, İstanbul: Everest, 2017.


Max Weber, “Karizmatik Otoritenin Sosyolojisi”, Sosyoloji Yazıları, çev. Taha Parla, İstanbul: Hürriyet Vakfı, 1993.


Mihail M. Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, çev. Cem Soydemir, İstanbul: Metis, 2015.


René Girard, Romantik Yalan ve Romansal Hakikat: Edebi Yapıda Ben ve Öteki, çev. Arzu Etensel İldem, İstanbul: Metis, 2001.


Stefan Zweig, “Dostoyevski”, Üç Büyük Usta, çev. Ayda Yörükan, Ankara: Türkiye İş Bankası, 2000.

Alıntı https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2020/04/23/guzel-ruhlu-dostoyevski-okuru

5 Şubat 2021 Cuma

Hitler'den Bugüne- İnfaz Memuru Olarak Hukukçular

 


Hitler, Nazi hukuk anlayışını şöyle ifade etmişti: "Führer, ülkedeki bütün güçleri kendisinde toplar; devletin tüm kamusal otoritesi, Führer'in otoritesinden türer, (...) Führer’in otoritesi herhangi bir denetime, güvenceye tabi değildir, herhangi bir özerk alan veya kişisel hakla kısıtlanamaz, mutlak ve sınırsızdır." Nasyonal hukuk rejiminin yalnızca iki temel ilkesi vardır: Hukuk, halka yararlı olandır. Hukuk, Führer'in iradesiyle birdir

 Hitler, böylece, şahsi görüşünü ''Her Alman, bağımsız hukukçu olmanın büyük bir ayıp olduğunu kavrayana dek rahat etmeyeceğim" şeklinde açıklayarak hukuk sistemini tamamen emri altına almış oluyordu. 1933'ten sonra Nazi doktrinini şekillendiren hukukçular arasına katılan Carl Schmitt, bu emir-komuta ilişkisinin keyfiliğe yol açmayacağının teminatını gene Führer'e bağlayarak açıklıyordu: "Führer'le maiyeti ve takipçileri arasındaki sürekli temas ve karşılıklı sadakat, ırksal bir zemine oturur. Führer’in iktidarının keyfiliğe ve tiranlığa dönüşmesinin güvencesi, onunla halk arasındaki ırk birliğidir. Dolayısıyla,  Alman milletinin siyasal yönetiminin temel kavramları, mutlak ırksal birlik esasına dayandırılmak zorundadır."

Devlet içinde görev yapan bütün  yargıçlar, savcılar ve avukatlar nezdinde, Göring 'in ifadesiyle "ister yasa olsun, ister kararname, tüzük, sözlü emir, vs., Führer'in her iradesi yasa değerinde"ydi.

 

Fotoğrafta (üstte), duruşmayı Nazi selamıyla açarken görülen Volksgerichtshof (Milli Mahkeme) yargıçları gibi bütün adliye mensupları, böylece infaz memurlarına dönüştürüldüler.

Cübbe ilikleyenlerden, Cumhurbaşkanın sözünü emir kabul edenlere, günümüzün faşist hukuk anlayışı aynı düzlemde devam ediyor.

Emektar Daktilo